Söyleşi: AN+İALAN

Deneysel Bir Sergi Modeli: Kritik Dokümantasyon

Söyleşi: Burçin Nilay Kalınbayrak & Aygün Kalınbayrak Ercan

An+ialan, sürekli üretmek isteyen ve her zaman yeni şeyler denemek için uğraşan dört arkadaş tarafından 2014’te kurulmuş bir güncel sanat inisiyatifi. Etraflarında olan biten her şeye karşı duyarlılar ve üretim süreçlerinin başından sonuna kadar deneyselliği ve eleştirelliği vurguluyorlar. İnisiyatifin kuruluşundan bu yana hem An+ialan adı ile hem de kişisel olarak pek çok sergi düzenlemişler ve sergilerin yanında kendilerini ve inisiyatifin hedeflerini anlatmak için söyleşiler yapmışlar. Son sergileri “Kritik Dokümantasyon”u ise Haziran ayında Galeri Foyart’ta açtılar. Ankara ve Türkiye’de son altı ayda yaşananları belgeledikleri ve sunulan gerçeklerin dışında bir gerçekliğe ulaşmanın mümkün olup olmadığını sorguladıkları sergi, aynı zamanda, atölye ve sergi alanlarını bir araya getirerek deneysel bir sergi modeli sunması bakımından da dikkat çekiciydi. An+ialan’ın kurucuları ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide, hem genel olarak An+ialan hem de “Kritik Dokümantasyon” ile ilgili merak edilenleri bulacağınıza inanıyoruz. Söyleşi öncesi kurucuları kısaca tanıyalım.

Armağan Yolgösteren, yüksek lisansına devam ediyor. Lisans eğitiminden beri değişik tekniklerle kent üzerinde çalışıyor. Galeri Foyart’ta “Kentopya” isimli ilk kişisel sergisini açmış ve şu an kent metaforlarıyla ilgili bir tez yazıyor. Hem kendisi hem An+ialan için yeni dönemeçler yaratmak ve hep değişerek ilerlemek istediğini anlatıyor.

Şahin Çetin, genellikle toplum, savaş ve savaş tehdidi üzerine çalışıyor. Savaş derken medya savaşlarını, kişilik savaşlarını ve bunun gibi her türlü savaşı kastediyor. Tabi ki ister istemez konu iktidara geliyor. “Kendinizden bile gelse o iktidar, karşıda olmak zorundasınız.” derken ne olursa olsun muhalif olmak gerektiğinden bahsediyor. Teknik olarak, boyadan ve renkçi anlayıştan biraz uzak, daha kaba dokularla, daha çok malzeme kullanarak çalışmayı sevdiğini ve her şeyin sanatı için bir malzeme olabileceğini söylüyor.

Arda Yolgösteren, beden sanatıyla ilgili bir tez yazıyor. Foto manipülasyonların öne çıktığı ilk kişisel sergisi “Araf”ta bedenlerin nasıl görüneceğine dair tahminler yürüttüğünden bahsediyor. Akrilik çalışmalarından oluşan “Bilinçdışı Varsayımlar” serisinde ise toplumu ve iktidarı özgürce ve cesurca eleştirdiğinden söz ediyor. Farklı teknikler kullanarak üretmenin bir serüven olduğunu ve bu serüveni çok sevdiğini anlatıyor.

Erkan Ayık, güncel hareketlerin ve sorgulamaların geçmişle bağlantısını araştırdığı ve Postmodernizm sürecinde mitolojik yapı çözümlemeleriyle ilgili teziyle yüksek lisansını bitirmiş. Gelenekçi bir yapıdan gelmesine rağmen işleri video, enstalasyon, mekanik üretim, dijital baskı gibi birçok farklı tekniği içeriyor. Üretimin aslında nereden geldiğiyle değil de ne şekilde olduğuyla ilgili bir derdi olduğunu söylüyor.

An+ialan nasıl kuruldu? Birlikte fikir üretme ve uygulama süreciniz nasıl ilerliyor? Grup olarak karar alırken ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?

Erkan: Biz önceden zaten tanışıyorduk. 2013 yılında da bu tanışıklığı projeye dönüştürelim dedik. Yazdık, çizdik… O süreçleri siz de biliyorsunuzdur, biraz sancılı geçiyor, yazınsal aşaması özellikle. Bir sürü manifesto değiştirdik. Biz neden varız, biz ne yapacağız gibi sorular sorduk kendimize. Bazı projeler geldi önümüze. O projeleri inisiyatif olarak değil de bireysel projeler olarak değerlendirmek zorunda kaldık. O da bir bakıma aslında inisiyatif olmamızın gerektirdiği bir şeydi. Bilirsiniz, inisiyatifler her ne kadar kurumsal olmasalar da bir yerde, bir şekilde, bir iddiaları oluyor, bir duruşları olmak zorunda. Onun için bazı galerilerle çalışırken, özellikle galeriyi parantez içinde tutuyorum, bunu göz önünde bulundurarak kendi isimlerimizle hareket etmeye çalıştık, An+ialan’ı kullanmadık. An+ialan ismini ilk kullandığımız sergilerden biri Mimarlar Derneği’ndeki “Merkez Üssü” sergimizdi. Tabi o, sergiden daha çok bir söyleşiydi.

Arda: Biz zaten kardeşimle (Armağan) sürekli üretmeye açız. Bir inisiyatif kurmayı hep düşünüyorduk. Daha sonra Erkan ile tanıştık. Şahin de zaten Armağan’ın arkadaşıydı. Bu vesileyle toplandık ve iki üç aylık o sancılı dönem, manifestolar… Zaten sürekli üretime dayalı bir sistemde çalışmayı istemiş dört kişiyiz. O açıdan sürekli toplantılar yapıp toplanmamız fazla zor olmadı. Bu aslında çok zor bir şeydir, Ankara gibi bir yerde. Tabi ki fikirlerimiz çatıştı. Zaten aslında zor olan da, bir inisiyatifi ayakta tutan da herkesin aynı fikirde olması değil, ayrı fikirlerde olması ve çatışması. Bu bize aslında güç kattı. Bu benim çok hoşuma gidiyor. Hiçbir zaman bunu kötüye yormadım, olumsuz bir şeymiş gibi bakmadım. Aksine bize çok yararlı oldu.

Armağan: Dördümüzün de aslında bir araya gelme nedeni, hayat boyu üretme isteği. Bu cümle dışında başka bir şey değil. Dördümüz de sürekli üretiyoruz. Üretimimizi de bir şekilde insanlara, izleyicilere ulaştırmak için ve daha güçlü olmak için bu inisiyatifi kurduk. Bir kişi değil de dört kişi bir yere gittiği zaman daha çok dikkat çekiyor, ciddiye alınıyor diye düşünüyorum. Dördümüzün de kafa yapıları az çok birbirine uyuyor. Tabi tartışmalarımız da var. Herkes bize bir inisiyatif kurmanın zor olduğunu söylüyordu. Bir de sanatla uğraşan kişilerin egoları, biliyorsunuz, biraz yüksek. İnisiyatif içinde bunu dengelemek, devam etmek gerçekten zor bir süreç ve bunu başarmak çok farklı bir şey. Ben şu anda kendi adımla bir sergi açmak yerine An+ialan ismini ön plana çıkarmak istiyorum. İsimlerimizi biraz silikleştirmek istiyoruz ki An+ialan öne çıksın. Bu zaten olduğu zaman o inisiyatif devam ediyor bir şekilde.

Armağan Yolgösteren, “Herhangi Bir Yer”, “Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Şahin: Ben daha çok zorlukla ilgili bir noktaya değinmek istiyorum. Kentlerin şehirlerin gelenekleri vardır. Örneğin İstanbul biraz daha dışavurumcudur veya İzmir aynı şekilde. Ankara’nın bir figüratif geleneği var. Aşağı yukarı 70’lerden, 80’lerden sonra akademinin baskın olduğu bir meydanda sergilerin düzenlenmesi veya jürilerin, sanat yarışmalarının böyle işleri tercih etmesi ve ödül vermesi, bir şekilde o sanatın desteklendiğini gösteriyor. Biraz da saygı görüyor bu figüratif sanat. Bizim birleşerek bir inisiyatif oluşturmamız biraz da ona karşıydı.

Erkan: Ben aslında burada bir kimlik sorununun olduğuna da inanıyorum. Bir araya gelmek her zaman sakıncalı bir durumdur ve sıkıntılıdır. Kaldı ki birbirini tanıyan insanlar bir araya geldiklerinde hiçbir şey üretmeden bir yerde otursalar ve uzun süreler geçirseler dahi orada çok ciddi sıkıntılar ortaya çıkıyor. Burada bir üretme durumu da var. Biz bir sergiyi oluştururken, hazırlarken evet çok ciddi çalışmalar içerisine girdik ama ben son sergide şöyle bir şey gözlemledim. Bireyler birbirine bazı konularda yakınlaştıkça fikir ve anlayış ne olursa olsun bir şekilde bir anda uzaklaşıyor. Bu bence bir mekanizma, işleyen bir mekanizma. Uzaklaşma olmasa birbirlerini tüketecekler. Dokun-kaç mantığı gibi. Üretim aşamalarında da var böyle bir şey. Buraya bir şeyleri koyuyorsunuz, iki iş yan yana geliyor ama birbirinden de uzaklar aynı zamanda. O yüzden aşağıdaki atölyenin biraz da belki çıkış aşaması çok kıymetlidir. Orada çünkü dört kişi bir arada çalıştı, sırt sırtaydık. Çalışmalıydı da ve dinamik de bir şey çıktı yani dokümantasyon sürecine dair.

Arda: Dört kişi veya beş kişi, kaç kişi olursa olsun, resim yapmak, bir şey üretmek de inisiyatif olmayı tamamlamıyor. En önemli şey, sergiyi kurmak aslında. Onu yapabilen dört kişi devam edebiliyor. İkisi aslında yüzde elli yüzde elli. İşlerin hepsini biz astık. Biz bunun mutfağındayız. Hiçbir zaman elimizi çekip birileri assın demiyoruz. Bu aşamaların hepsi çok önemli. Yapımdan buraya asımına kadar, bir inisiyatifin devam etmesi için bunların hepsinin olması lazım. Birisi eksik olursa sorunlar çıkar.

Armağan: Sergileme olayı inanılmaz bir şey. Kötü bir işi çok iyi pazarlayıp güzel bir şekilde de sergileyebilirsiniz ya da yaptığınız çok iyi işler sergileme kötü olursa kötü görünür. O yüzden bu aşamalar da önemli.

Manifestonuzdan biraz bahseder misiniz? Orada “Alan’ın kendi alfabesi…, Alan’ın kırılmış sapması…” gibi oldukça dikkat çekici ifadeler var.

Armağan: Manifestoyu hepimiz yazdık ama Şahin’in payı büyüktü. Bu tür cümleler aslında okuduğumuz ve etkilendiğimiz akımlarla da bağlantılı. Mesela Şahin ve ben genelde Dada ve Fluxus’tan besleniriz. Bu akımların etkisi bence hala devam ediyor. Kendimizi o akımlardaki insanlarla biraz özdeşleştirdiğimiz için manifestomuzdaki kelimeler de hem kendimizle alakalı hem de onlardan izler taşıyor. Ama tabi ki günümüzde artık Dada ya da Fluxus yok. Bunları günümüze yorumlayarak o kelimelerden, o akımlardan etkilenerek ve kendi içimizdeki durumlardan esinlenerek böyle bir manifesto yazdık. Oradaki “sanatın görkeminden etkilenir ve bunun aslında yok olmasını talep eder” cümleleri aslında bizim de istediğimiz şeyler. Çok fazla iddialı değiliz açıkçası. Biraz sert işler yapıyoruz ve daha da sert işler yapacağız. Çünkü böyle bir şey lazım. Diğer inisiyatifler gibi kaçak dövüşmektense, kendi içimizden gelerek, samimiyetimizle bu işleri yapmak istiyoruz.

Şahin: Aslında ben biraz daha basit anlatabilirim. Ben çocukluktan beri böyle düz giden bir şey varsa ondan hep rahatsız olmuşumdur. O çıkıntı mesela, şurada bir şey var, basamakta, görüyor musunuz? O dürtüyor mesela, bir şekilde rahatsız ediyor ya da benim dikkatimi çekiyor. Bir gül bahçesi yerine bir çöplük benim hep dikkatimi çekmiştir, arkadaşlarımın da aynı şekilde. Bu biraz o anlama geliyor. Kendi içinde bir kırıklık, kendi içinde bir savaş.

Erkan: Ben de aslında biraz alanı tanımlanmamış bir kavram olarak görüyorum. Kavramsal olarak metafizik felsefe, öncüleri Heidegger özellikle, bunları okuyup biraz üzerine düşündüm ve alan kavramına baktığınız zaman tanımlanmamış bir durum var ortada. Alan nedir? Alanın kendisi dediğimiz şey, alanı da aslında öznel olarak yapılandıran bir şey ama alandan sapma kavramı birebir aslında bütün bunlara uyum sağlıyor. Çünkü alanda, o ilk verdiğim örnekte de olduğu gibi, bir sapma var. Buradasınız ve onun yanında olan başka bir şey var ve orada birbirleriyle bir çarpışma durumu söz konusu.

An+ialan için alan nedir?

Arda: Üzerinde bulunduğumuz dünya bir alan ve ona karşı muhalif bir duruşumuz var. Bu muhalif duruşu sergilememiz için yapmamız gereken şeyler var. Hiçbir şey yapmayıp da muhalif olabilirsiniz ama biz bir şeyler yaparak bu alanı doldurmak istiyoruz. O yüzden de alan kelimesi mutlaka ismimizde bulunmalı diye düşündük. Herkes bir karşı olma durumu olarak algılıyor, isimden dolayı öyle bir izlenim olabilir. Bir taraftan An+ialan tabi ki bir alana karşı ama bir taraftan da onun tam tersine, hepimiz sürekli üretmeye yönelik olduğumuz için, o alanın içine bir şeyler yapmak istiyoruz. + işareti olumlu bir şey, onu da kullandık özellikle. O alanı eleştirirken bir yandan da o alanın içine bir şeyler yapmak istiyoruz.

Arda Yolgösteren, “Küçük Çocuk Şişman Adam (Hiroşima)”, “Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Armağan: Bir taraftan da kendi alanımız… Eleştiriden beslenen bir inisiyatif olduğumuz için kendi alanımız, kendi alanımızda ürettiğimiz ve sergilediğimiz işler… Sessiz kalmaktan çok ses çıkarmak ve o alan gibi düşünmek. Bu yüzden böyle bir ismi uygun gördük.

Erkan: Aslında herkesin sorunu kendi alanını oluşturuyor. Bunu da ortak bir zemine oturtuyorsunuz. Sorunlar aslında alanları belirler.

An+ialan ismini kullanarak açtığınız ilk serginin Mimarlar Derneği’ndeki “Merkez Üssü” olduğunu söylediniz, anlatır mısınız biraz?

Armağan: Bizi takip eden aynı zamanda Bilkent’teki galerinin de işletmecisi Atilla Bey Mimarlar Derneği’ne sürekli gelir. Orada bir iletişim kurduk. Kendisi, benim bir inisiyatifimin olduğunu biliyordu ve “burada da bir şeyler yapar mısınız?” dedi. Biz de kabul ettik. Mimarlar Derneği’nin başkanı Arif Bey ile bağlantıya geçtik ve “Merkez Üssü”nü yaptık. O zaman da kent ve küreselleşme ile ilgili bir sürü sıkıntı vardı. Küreselleşme süreci sonuçta sanatla da alakalı, bütün her şeyi etkilediği gibi sanatı da etkiliyor, özellikle Türkiye’de. Bununla ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik ve işlerimiz de bununla alakalıydı.

“Merkez Üssü” dışında bir de Çankaya Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi’nde bir söyleşi düzenlediniz, biraz da ondan bahseder misiniz?

Arda: Soner Hoca, Çankaya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde ders veriyordu. Hepimizin kişisel sergilerini de gezmiş birisi olarak bizimle ilgilendi. Biz alanı da sorguladığımız için onun da ilgisini çekmiş. Bizi davet etti. Bizim de çok ilgimizi çekti bu daveti. “Siz gelin hem kendi inisiyatifinizi tanıtın hem de yer estetiği konusunda konuşun” dedi. Bu şekilde Çankaya Üniversitesi’ne gittik, inisiyatifimizi tanıttık. Oradaki öğrenciler bize oldukça ilgi gösterdi, şaşırdık. Onların da fikirlerini aldık. Biz de kendi fikirlerimizi onlara söyledik. Çok güzel bir söyleşi oldu. Keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Ondan sonra sürekli söyleşi yaptık. Hatta söyleşiyi çok sevdik. Sergilerin yanına hep söyleşi koyalım diye konuştuk.

Son serginiz “Kritik Dokümantasyon”a gelecek olursak, fikir nasıl ortaya çıktı?

Armağan: İçinde yaşadığımız toplumla alakalı birazcık daha cesur işler üretmek istedik. Yani gördüğümüz şeyler. Şubat’tan bu yana Ankara’da gördüğümüz durum, Türkiye’deki durumun yansıması… Şiddetle alakalı yazılar okuduk. Dokümantasyonlarımızı yaklaşık 6 aydır buna göre aldık. Zaten bir iki senedir Türkiye’de yaklaşık 11-12’ye yakın patlama oldu. Benim aşağıdaki işlerimde canlı bombalarla alakalı olanlar var, mesela doğadaki bir takım formları insanlara benzeterek işlediğim işlerim var. İşin teorik kısmı tabi başka, bence her işin bir teorik alt yapısının olması lazım. Bizim aldığımız eğitim de bu yönde. Bu sergide, teoriyi birazcık daha perde arkasında bırakarak içinde yaşadığımız toplumla alakalı daha somut işler üretmek istedik.

Erkan: Dokümantasyon aslında Fransa’da doğan bir şey; belgelerin toparlanması, derlenmesi… O büyük yıkımdan sonra oluşan derleme, toplama, bireysel belgeciliğe dönüşmüş vaziyette. Oradan da tabi buraya şöyle geldik: Günümüzde sosyal medya araçları, normal medya araçları gibi bilgilerin servis edildiği yığınla araç var. O araçlar kendi aralarında yanlı, yandaş, yandaş olmayan gibi ayrılıyor. Sosyal medya bu işin birazcık daha objektif tarafında kalabiliyor, çünkü tercih ettiğiniz şeyi görebiliyorsunuz orada. Bir de bunun yanında kendi gördüğünüz biçimleri, kendi yarattığınız belgeleri derleyip toparlayıp bir çeşit dokümantasyon oluşturabilirsiniz. Gidip de olay yerinde gördüğünüz bir patlamanın fotoğrafını çekebilirsiniz. Bunlardan bir çeşit seri oluşturabilirsiniz. Belgecilik yapabilirsiniz ya da bunun gibi birçok şey. Fütürist manifestoda da biraz bunun üzerinde gidilmişti bence: Bütün belgeleri yakın, yıkın çünkü zaten gördüğünüz şeyler, duyduğunuz şeyler gerçek değil.

Şahin: Tabi biz bunları tartışırken bomba patladı. Toplantı anındaydık. Hatta iki bombayı da duyduk.

Erkan: Bunları konuşmak için toplanmıştık. Şahin’in atölyesinde, çöplükte, atölyenin adı çöplük. Dışarıda, bahçesinde beklerken bir ses geldi. Bir an tabi anlam veremedik. Sonra bir anda süreç başladı. Zaten o gün ne konuşabildik ne bir şey yapabildik. Öyle donduk kaldık, dağıldık.

Erkan Ayık, İsimsiz, “Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Armağan: Konumuz da zaten önceden belliydi. Bu da üstüne tuz biber oldu.

Erkan: Bunlar ciddi travmalar insanlar için. Bir de sergi düzenlemek istersen, anlatmaya çalışırsan orada bir sorumluluk alıyorsun aslında. Çünkü dokunduğu yerler var, dokunmadığı yerler var. Direk göstermek gerekiyor bazen. Bazen de daha dolaylı anlatmak lazım. İşte bu sefer bu tarz problemlerle boğuşuyorsunuz.

Serginin manifestosunda gerçeği aradığınızı söylüyorsunuz. Gerçeğe ulaşmak mümkün mü?

Erkan: Gerçeklik bence bir anda içi boşaltılabilecek bir kavram. Çünkü bir şeyi ifade ederken bile bunu gerçek olarak ifade etmiyorsunuz. Şurada yaptığımız hiçbir şeyin aslında gerçeklikle alakasının olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir kere o akıl sürecinden geçtikten sonra mesele biraz ironiye dönüşüyor; aldatmacaya, yalan söylemeye dönüşüyor. O noktadaki eleştiri manifestoda da yer alıyor. Hegel’in “Tarihte Akıl” kitabında tarihi sınıflandırırken yaptığı bir şey var; Odysseia’nın bize aslında yalan söylediğini iddia ediyor. Çünkü biz tarihi onlardan öğreniyoruz. Öncesi yok, sözel bir durum var ortada. Baktığımız zaman aslında külliyen hepsi yalan. Ne derece doğru bazı şeyler? Gördüğümüz durumlar karşısındaki izlenimlerimiz bir yerde gerçek olur o zaman.

Şahin: Aslında gerçek biraz tehlikeli bir kelime, yalan da, idea da, güzel de aynı şekilde. Bunların aslında tam bir karşılığı yok. Eğer gerçekte diretirseniz diktatoryal bir tutuma çok rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Benim Nusaybin’i, Doğu’yu anlattığım resimler veya baskılar aslında biraz öyleydi. Bir tür ayna görevi görmek. Orada bir şehit var, orada bir kargaşa var, orada ne yapılıyor ben gerçekten soruyorum ve de merak ediyorum. Türkiye’nin doğusu ve batısında tamamen farklı bir şekilde yaşanıyor her şey. Biraz da buna dikkat çekmek istedim. Gerçek derken kastım bu. Fakat bunu anlatırken de özerk alanı çok rahat bir şekilde ihlal edebilirdiniz, bir yana düşebilirdiniz veya o çizgiyi aşabilirdiniz. O nedenle Kritik Dokümantasyon sergisinde söyleşi yapılmamasında direttim. Ben o konuda haddimi aşabilirdim çünkü. Bu da farklı bir yerlere dokunabilirdi. Çekincem oydu. Bağımsızlığımı kaybetmemek aslında.

Şahin Çetin, “Yakın Uzak” ve “Uzak Yakın”, “Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Arda: Gerçeğe birazcık daha felsefi bir şekilde bakıyorum Araf serime gidecek olursam. Bu dünyada bir gerçek olabilir ama başka bir evrene gittiğimiz zaman orada gerçeklik algısı farklı olabilir. O yüzden pek de önemsemiyorum bu dünyadaki gerçeği. Öyle diyebilirim. Hele ki Türkiye’de, Ankara’da… Burada hiçbir önemi yok bence gerçeğin. Çünkü bir şey yapıyorsunuz, mutlu oluyorsunuz ama size sergi imkânı tanıyanlar sizi sansürlüyor, mutsuz oluyorsunuz, bunu söyleyemiyorsunuz, zor durumda kalabilir. Böyle bir döngünün içinde kalıyorsunuz, siz de ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Ben birçok kez sansürlendim. Sansürlenmekten de mutlu değilim, gururlu bir şekilde bunu söylemiyorum. Çok iyi işler yapıyorum da sansürleniyorum demiyorum. Böyle devam ediyor, bu aşılamıyor bir türlü, çünkü hükümetler değişmiyor, değişse bile belki aşılamıyor. Buna alışmanız gerekiyor.

Şahin: Muhafazakâr bir ülkede yaşıyorsunuz. Hiçbir zaman felsefeyi, sanatı, bilimi sindirememiş, kurumlarına yayamamış, öğretememiş, benimsetememiş bir ülkede yaşıyorsunuz. Dolayısıyla sizin gerçeklik arayışınız çok farklı oluyor. Ortamın göbeğinde doğmuyorsunuz bir kere. Mesela, bizim jenerasyondan tam ortamın göbeğinde doğmuş insanlar vardı, annesi felsefeci, babası matematikçi, dedesi milletvekili. O tam göbekte doğar ki o da öyle büyür. Hiçbirimiz öyle değiliz bildiğim kadarıyla. Dolayısıyla bizim kendi kendimizi geliştirmemiz gerekiyordu. Kendimiz o gerçeği bulma eğiliminin en ucundaydık. En radikal olanı yaptık. En sert olanı yaptık. O gelenekten kopuş… Gerçeği aramak biraz da daha sert şeylere yol açtı.

Öncekilerde olduğu gibi bu sergide de deneyselliği vurguluyorsunuz.  Deneysellik sizin için neden bu kadar önemli?

Arda:  Aslında deneysellik şu anda da yaşadığımız bir şey. Buraya gelip bizimle röportaj yapmanız. Buradan eve giderken yürümek de deneyselleşecek, onu da deneyimleyeceğiz. Her şey bizim için öyle. Biz bunu sürekli yaşıyoruz. Bu sergi bizim için daha bitmedi. Bitse bile aslında bitmez çünkü yeni sergiyi bu sergi olmadan yapamayız. Böyle bir aşama olarak devam ediyor. Burayı, atölyeyi yapmamız, atölyeyi yapacağımız fikri bulmamız, hepsi bir deneysellik. Deneyselliği bitmiş, sonu olan bir şeymiş gibi görmüyoruz. Aslında her sanatçı deneyseldir ama farkında değil belki de. Biz bunun farkına vardık. O yüzden de bunu belirttik, ön plana çıkarmak istedik. Aşağıdaki atölye mesela bunu öne çıkarıyor biraz. Belki biz bunu görüyoruz ama hiç görmeyenler de deneysel bir grup olduğumuzu anlasınlar diye bu fikir ortaya çıktı. Bu bir süreç bizim için.

Armağan Yolgösteren, “Düzen Örgüsü” ve “Düzen”, 2015, Kritik Dokümantasyon sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Armağan: Bu bizim için özel bir kelime. Sanatçıların hepsinin bir üslubu var. Bir tarzı, bir tutarlılığı var. Bu tutarlılık bizim için de kötü bir şey değil, biz bunu yargılamıyoruz ama bu aslında birazcık da piyasanın sanatçıya dayattığı bir olgu. Sonuçta işin içinde para var. O sanatçı işini nasıl satacak? Deneysel bir iş yapmıyor, sürekli kendi tarzında devam ediyor. Bir hapishanenin içine giriyor ve o şekilde işlerini üretiyor. Biz biraz o hapishanenin içine girmeye karşıyız. O hapishanenin içine belki girebilirsiniz ama bir taraftan da farklı işler yapmanız lazım, değişik işler deneyimlemeniz lazım. “O iş acaba o sanatçının mı? Hayır değil” dendiğinde insanlar geri çekilebilir. Ama bunu görmemeniz lazım, cesur olmanız lazım. Mesela Picasso da öyledir. Onu tanırsınız, ama adam yüz binlerce iş yapmıştır. Şu anda yaşasa belki video art yapacaktı. Her şey deneyimleme olayı. İşte bu bizim için çok önemli bir şey, deneysellik. Ben bir tarzım olmasındansa sürekli bir şeyleri deneyimleyip bir yere ulaşmayı tercih ediyorum.

Şahin: İlerleyebilmeyi çok mümkün kılıyor.

Arda: Deneysellik zaten sanatçının tepkisidir aslında. Ülkede bombalar patlarken atölyeye girip çiçek resmi çizemem ben. Başkası çizebilir ama biz çizemeyiz. Sistem belki sizi buna yönlendirmiş olabilir ama siz bir sanatçıysanız mutlaka yanında başka bir şeyler de üretmeniz gerekiyor.

Arda Yolgösteren, “Savaşın Çocukları”, “Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Erkan: Nasıl sunulduğu önemli bence. Ardanın eleştirisi, eleştirinin dışında iş üreten daha biçimci kişilere yönelik biraz da. Evet, ama orada da bir çeşit eleştiri olabilir aslında.

Armağan: Tuval resmi tabi ki de hepimizin hayatında var. Ama 20 sene de tuval yapmak bana birazcık anlamsız geliyor. Çünkü sanatın yelpazesine baktığımızda bir sürü malzeme var. Şahin ile aldığımız eğitim süresince bizi çok farklı malzemeler kullanmaya yönelttiler.

Şahin: Gerici bir şey, örneğin biz film çekiyoruz veya ben film çekiyorum, o üslubu tabloda nasıl devam ettirebilirim ki ya da heykelde. Biraz zor görünüyor.

Erkan: Aslında teknik durum biraz zorluyor. Malzemenin değil de fikrin bittiğine inanıyorum. Çünkü bir şeyi kurguluyorsun, bir yerden sonra kurguladığın şey, bir şey istiyor. Sonra diyorsun ki bunun hareketlenmesi gerek ya da bir şey daha olsun. Bu sefer başka bir aracı kullanıyorsun, video kullanıyorsun, kendini kullanıyorsun bazen.

Armağan: Bir izleyicinin, baktığı zaman görsellikten haz almasından çok zihinsel olarak haz almasını tercih ederim açıkçası, kendi adıma. Grupta da belki öyle bir izlenim olabilir.

Arda: Ben sanatın, çok güzel çiçek böcek filan olduğunu düşünmüyorum. İğreti edici olması benim daha çok hoşuma gidiyor. Benim mesela beden işlerim… Sergime gelip birisi rahatsız olarak çıktığı zaman bu benim için daha anlamlı, güzel bir çiçeğe bakmaktansa. O yönde zaten gidiyorum. Deneysellikte hepimiz sürekli yeni şeyler deniyoruz. Bu sergide olan bir şey diğer sergide olmuyor. Tuvalden de çıkabilirsiniz veya tuvalden çıkmak da çok önemli bir şey değil, tuvalin içinde yine bence bir şey yapılabilir, önemli değil, ama yeni bir şeyler.

Sergi modelinden bahseder misiniz biraz? Fikir ve uygulama nasıl gelişti; özellikle de serginin atölye ile birlikte olması fikri?

Armağan: Bu iş aslında mimariyle alakalı, mimariden çıktı fikir. Aşağısı çok küçük bir alan, yukarıda bir galeri var. Aynı şeyi başka bir galeri için de düşünebilirdik. Mesela Torun da buna uygun. Orada da aşağıda küçük bir alan var. Ama burasıyla (Galeri Foyart) bir bağımız olduğu için bu konsepti burada uygulamak istedik. Aşağısı tam bir atölye alanıydı bizim için, üretmek için. Hem süreç içerisinde yaptığımız işler var hem üç gün içinde aşağıdaki atölyede oluşturduğumuz işler var. Yukarıdaki işlerimizin birazcık eskizleri aslında aşağıdaki işler. Yukarıyı da biraz steril bırakmak istedik. Dördümüz çıkıp hiçbir zaman ayrı bir sergileme yapmak istemedik ama süreç böyle gerektirdi. Çünkü herkesin, tabi ki izleyicinin de anlayabilmesi için sergi salonunu dörde bölmemiz gerekiyordu. Aşağıdaki atölyeyi de bu şekilde yaptık.

Kritik Dokümantasyon sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Erkan: Biraz da izleme alışkanlığını bozmak üzerineydi çünkü baktığınız zaman sergiyi izlerken işin sadece kendisini görüyorsunuz. Şu fotoğrafa ya da baskıya bakarken üzerinde çok fazla konuşuyorsunuz, bir sürü şey söylüyorsunuz ama o işin geliş aşamasıyla ilgili sanatçının izlenimini çok kısıtlı bir şekilde alabiliyorsunuz. Buranın konusu biraz da ona yönelikti. Evet, bunları gördük, tamam, ama aşağıda da bu işin gelişimiyle ilgili belki o izleme ezberini, alışkanlığını bozacak şeyler de görebilirsiniz. Biraz da orası ve burası arasındaki o bağlantıyı kurmalı bence izleyici. Evet, işin kendisi burada duruyor, çerçeve içerisinde ya da üç boyutlu vaziyette oraya yerleştirilmiş ama oraya vahiyle gelmedi. O süreç nedir? Onu sormuyor izleyici.

Atölyeyi gören izleyicilerin tepkisi ne oldu?

Erkan: Açılışta zaten o dürtü kendini çok açık bir şekilde gösterdi. Gelen aşağıya oturdu önce, tabi yabancılaştı, çünkü böyle bir alışkanlık var. Buna bakmalı mıyım, buna basmalı mıyım acaba ya da burası bitmiş mi gibi.

Armağan: Bakıp da geri dönenler oldu. Gireyim mi girmeyeyim mi, acaba burası olmuş mu, yanlış bir yere mi geldim gibi düşünceler oldu. Bu yaptığımız şey aslında basit bir şey. Yurtdışına baktığımızda çok gerideyiz. Bunları lisede yapmamız lazımdı. Ama Ankara çok alışkın değil. Biz de bunun farkındayız. Biz sadece farklı şeyler yapmanın peşindeyiz.

İleride neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Şahin: Belki dört yıl, beş yıl sonra toplamaya devam edebiliriz. Bir dokümantasyon sergisi daha yapabiliriz.

Arda: İki yılda bir de olabilir diye düşünüyoruz aslında.

Şahin: Aslında Türkiye olunca iki günde bir de olabilir.

Arda: Onun dışında tabi ki yeni projelerimiz var. Zaten biz istemesek de çıkıyor ortaya. Sürekli bir şeyler çıkıyor. Bir ay beklesek ikinci ay bir şey yapma isteği çıkıyor. O yüzden hiçbirimiz akademisyen olarak bir yerlere gelemedik. Akademisyen olabilmek için sergi açmak gerekiyor ya bazen, kimileri onları yaparken biz kendimiz için, onları düşünmeden, sürekli sergi açmayı düşünüyoruz. Her serginin sonunda zaten bir toplantımız oluyor ve yeni bir şey öğrenmiş oluyoruz. Bu çok önemli bizim için, kişisel olarak da önemli.

Armağan: Bizim biraz alanımız Ankara için dar, neredeyse çoğu yerde sergi yaptık

Arda: Biz şu anda yeni projemizden çok, nerede açacağımızı düşünüyoruz.

Şahin: Ya da salonun dışına da taşmak gerekebilir.

Şahin Çetin, “Kesit Patoloji”, Kritik Dokümantasyon Sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Armağan: Sokağa da taşabiliriz.

Erkan: Bununla ilgili konuştuğumuz şeyler de var. Toplantılarda konuşuyoruz ya da bireysel fikirler de var ama onu bir proje haline getirmek gerek. Zaten ortada bizi heyecanlandıran bir şey de yoksa proje üretmiyoruz.

Şahin: İleriki projelerden biri belki de dört kişinin kendisini geriye çekip tek bir iş sunması olabilir. İsmi sadece An+ialan, kişiler yok.

Armağan: Bir kelimeden bile bir sergi çıkıyor. Okumak lazım, okuduğun zaman işlerin ismi bile değişiyor. Bu önemli bir şey.

Arda: Bir fikir varsa onu mutlaka hayata geçirmek istiyoruz. Biz bu konuda takıntılıyız.

Şahin: Tasarruf etmemek lazım bazı şeylerden, çalışmaktan veya tartışmaktan, kavga etmekten, fikir üretmekten. Bunun sağlaması da tasarruf etmemek.

Ankara’da yaşayan ve üreten sanatçılar olarak Ankara ve Ankara’nın güncel sanatı hakkında düşünceleriniz nedir?

Arda: An+ialan için Ankara bir atölye. Hepimiz zaten doğma büyüme Ankaralı olduğumuz için özellikle Ankara inisiyatifi diye de belli ettik birçok yerde. Ankara’yı içsel olarak çok seviyoruz. Mesela İstanbul’u ürettiğimiz bir şeyi sergileme yeri olarak görüyoruz açıkçası. İstanbul öyle bir yer. Ama Ankara kavga edilecek, içinde üzülecek, yeri geldiği zaman hüzünlenecek yani her şeyi barındırabilen bir yer. Gri bir alan bizim için aslında Ankara. Siyasete de yakın bir yanı var. Bu da bizi çok ilgilendiriyor. O açıdan Ankara bizim için çok önemli. Yurtdışına çıksak da İstanbul’a gitsek de Ankaralıyız biz.

Erkan: Biraz belki güncel sanatıyla ilgili bir şeyler söyleyebilirim. Bizim yaş gruplarında takip ettiğimiz, izlediğimiz, konuştuğumuz, arkadaşlık dostluk yaptığımız inisiyatif üyeleri var. Onlar tabi kurumsal bağlamda kanalları çok iyi çözmüş vaziyetteler. Özellikle medya kanalı, akademisyen kanalı, oradan oraya uzanma gibi. Bunlar tabi Ankara’nın güncel sanatı için çok ciddi bir avantaj sağlıyor. Ama burayı biraz daha kuvvetlendirmek için daha farklı neler yapılabilir sorusuna çok fazla yanıt vermiyor benim için. Çünkü o kanallar o bahsettiğim izleme alışkanlığı gibi orada bir donukluk oluşturuyor.

Erkan Ayık, “Güneş Balçıkla Sıvanmaz”, 2014, “Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Armağan: Bir de İstanbul, Ankara olayı var tabi. Güncel sanat dediğimiz olayda biraz Ankara geride tabi ki. İnisiyatif açısından baktığımız zaman bir takım başarılar kazandığınız zaman İstanbul’a yöneliyorsunuz, orada da maalesef ki kapitalist çarkın içine giriyorsunuz. Bir takım firmalar bu inisiyatife sponsor oluyor ve orada o inisiyatif bitiyor çünkü inisiyatif için sponsorluk ciddi bir sıkıntı. Orayı eleştiremiyorsunuz, bir şey yapamıyorsunuz. Sonuçta bir inisiyatifsiniz. Biz mümkün mertebe bunun altına girmeyip daha amatörce devam etmeyi tercih ediyoruz diyebilirim. O da tabi profesyonel bir yol ama pek tercih etmediğimiz bir yol diyebiliriz.

Şahin: Satmak için bir iş yaptığımı hatırlamıyorum ben hayatımda diğer arkadaşlarım gibi. O tür bir amaç gütmüyoruz. Her ne kadar durum vahim olsa da… Bizim amaçlarımız biraz daha farklı. Ankara için, hem bir takım gelenekçileri teşvik edip hem de modern işler yapmanız biraz zor görünüyor. Herkes bir şekilde eleştiriyor, neden postmodern, modern işler yapılmıyor diye. Tamam, çok doğru ama dikkat çekmek istediğim şey şu: Merak yok, bizim dönemden veya bir alt dönemden o tür meraklar eksik ya da yeterince okumuyorlar, yeterince üretmiyorlar. Ankara’da mesela bizim mezun olduğumuz okuldan ben kimseyi tanımıyorum şu anda. On kişiden daha fazla kişi yok. Bir şeyler idame ettiren, sanatını gerçekleştiren, bir yerlere giden, merak eden kitle yok. O arkadaşlar nerede bilmiyorum. Sergilerimize gelmiyorlar veya onlar açsın biz onlara gidelim. Onlar da yok. Disiplinden gelen sergilerin azaldığını, galerilerin yavaş yavaş kapandığını ve izleyicinin de artık merak etmediğini görüyorum. Bilmiyorum iktidarın etkisinden midir yoksa havaya göre davranmak mıdır bilmiyorum ama bunun sorgulanması lazım. Yakın dönemlerde bir fuar yapılmaya çalışıldı. Ben bu söze de karşıyım. Makinenin fuarı olur sanatın fuarı olmaz. Çerçeveli resim ya da çok fazla estetik kaygı güdülen şeylerden, kermesten öteye geçip biraz ciddiyetle yaklaşmak gerekiyor, o tür bir gelenekten de gitmemek gerekiyor. Biraz daha özen gösterilebilir.

Erkan: Aslında şöyle bir durum var. Biz, Ankara’nın başkent olmasından kaynaklı sürekli iktidar ile sırt sırtayız. Tansiyon ve sıkıntı aslında kendini hep şu şekilde gösteriyor: Bir kurum tercihi yapıyorsunuz. Bir inisiyatif olarak ya da bireysel olarak açtığınız sergilerde bir adres belirliyorsunuz. O adres için işlerinizi üretiyorsunuz. Sonra ikinci bir katman olarak o adresin sahibi hangi işleri koyacağınızı belirliyor derken ortaya bir sansür çıkıyor. Biz eğer davet edilmiş bir inisiyatif olarak oraya bir proje götürüyorsak, Armağan’ın dediği gibi kaçak dövüşerek değil, biraz daha göstere göstere götürmek istiyoruz. Ama bu da tabi o zaman kurumla direk karşı karşıya gelmek demek. Mesela biz bir söyleşiye katıldık TRT’de. Sırf TRT olduğu için bazı şeyleri seçerek konuşmaya çalıştık. Orada yine söyledik söyleyeceklerimizi. Ben yine sonunda her şey devam dedim. Ama yapılan işi alan çok belirliyor, hakikaten çok belirliyor. Dışarıda kamuda göze alabiliyorsan, evet yap, ama kurumun içerisinde bir eleştiri yaptığın zaman, o yaptığın eleştiri bir yerlere gider, ama sana da derler ki sen zaten kurumun içerisindesin. Yani yaptığın yer tam olarak senin işaret etmeye çalıştığın şeyi göstermiyor. Böyle örtüşmez durumlar ortaya çıkıyor. Benim tek sıkıntım bu.

“Kritik Dokümantasyon” sergisinden, Galeri Foyart, 2016.

Arda: Kötü bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye hele çok daha kötü durumda. Bazı şeyleri eleştiremiyorsunuz bile. Eleştirdiğiniz zaman farklı şeyleri düşünüp nereye gidebileceğini düşünmek zorundasınız. Düşünmenize gerek yok aslında, çünkü biz sanat yapıyoruz. Ben sansürün olmadığı bir ülke istiyorum. Herkesin söylediği bir laf var: Git başka bir ülkeye orada sanat yap. Ben bu ülkede sanat yapmak istiyorum.

Armağan: Böyle bir çelişki de var. Her şey gülük gülistanlık olsaydı acaba böyle üretebilir miyiz?

Şahin: Biz biraz hastalanmış bir nesiliz, ne savaş gördük ne de barış gördük ama ikisinin de tehdidini yaşadık bir şekilde. Tam ortasında, ikisini de tanımıyoruz, ama ikisini de tanıyoruz. Bizim hasta olmamız lazım ki bizden sonraki nesil, bizim evlatlarımız veya torunlarımız çok daha rahat yaşayabilsin. Ama bu neslin, bu çağdan temiz çıkması için bizim neslimizin hasta olması lazım. Nitekim bu yavaş yavaş gerçekleşiyor artık son döneme mi girdik bilmiyorum. Ülke olarak insanlar korkuyorlar, bir sürü şey izleniyor, televizyondan saklanıyor. Umut ediyorum, daha iyi bir şekilde yaşanabilir bir ülke hayal ediyorum. En azından bu benim tek idealim. Öyle bir ülke bırakmak, öyle bir alan bırakmak, bir intiba, bir ses…

Söyleşi: Burçin Nilay Kalınbayrak & Aygün Kalınbayrak Ercan

An+ialan ile ilgili daha fazla bilgi için Blog ya da Facebook sayfalarını ziyaret edebilirsiniz.

“Kritik Dokümantasyon” sergisinden daha fazla fotoğraf için: Güncel Sanat Arşivi

Paylaş