Atölyedeki Sanatçı: Feyzi Çelikten

Eskişehir’de yaşayan ve üreten sanatçı Feyzi Çelikten ile sanat üretiminden, kullandığı malzeme ve tekniklerden, bakış açısından ve tecrübelerinden bahsettiğimiz bir atölye sohbeti gerçekleştirdik. Atölyesini bizlere açtığı ve misafirperverliği için kendisine teşekkür ediyoruz.

Söyleşi: Esin Aykanat Avcı & Burçin Nilay Kalınbayrak

Nelerden ilham alıyorsun? Fikirden uygulamaya geçiş sürecin nasıl ilerliyor? Hangi malzemeleri ve teknikleri kullanıyorsun? Kısacası, üretim sürecinden bahseder misin? 

İyi bir sanatçının her şeyden önce iyi bir gözlemci olması gerekir. Mehmet Aksoy’un bir sözü var: “Her sanatçı biraz tesadüf avcısıdır. Avını avlar ve tüketir.” Ben de 2012-2013 yıllarında bu sözden yola çıkarak aslında hiç görmediğimiz ulaşamayacağımız bir görüntüye ulaşmak yerine basit yani hayatın içinden kendi çevremden görüntülere yöneldim.

Sanat çok yüce bir şeymiş gibi görülüyor, kimsenin ulaşamayacağı bir görüntüymüş gibi algılanıyor. Oysa ki ona sıradan bir nesneymiş gibi baktığımızda işte o zaman her şey ortaya çıkıyor, o zaman biz oluyoruz, kendi benliğimizi ortaya koyuyoruz. Hiç sanat eğitimi almamış kişilere, sanatın ulaşılmaz olmadığını, sadece bir tuvalden ibaret olmadığını, düşüncenin de sanat olabileceğini ve basit düşünmek gerektiğini anlattığınız zaman, sanat eğitimi almış kişilerden çok daha iyi düşünceler ortaya çıkmaya başladığını görebiliyorsunuz. Üç-dört yıl önce yaptığım bir seriye hiç beklemediğim bir insan bir yorum yapmıştı. Resimlerime baktı ve şunu söyledi: “Sen düzensizliğin düzeninin resmini yapıyorsun. Düzensiz olan bir görüntüyü alıp tuvalde düzenli hale getiriyorsun” Çok hoşuma gitmişti. Akademik eğitim aldığım hiçbir hocadan böyle basit ve güzel bir yorum duymamıştım. 

Görüntülerin basit olması gibi düşüncenin ve ifadenin de basit olması lazım. Yalın bir dil, Baudelaire’in kullandığı dil gibi. Hayranlıkla takip ettiğim Portekizli Fernando Pessoa’nın inanılmaz bir dili var, her kesime hitap eder. Bu basit görüntülerin de yediden yetmişe herkese hitap etmesi lazım ki o zaman sanatın evrensel olduğunu kabul ederiz. Bu tür görüntüler sonu görünmeyen bir okyanus gibidir, sizi daha ileriye taşır. Sıradan görüntüler hayatımızın her anında karşımıza çıkıyor, bunları rahatlıkla, zevkli bir şekilde ileriye dönük olarak düşünebiliriz. Benim çıkış yolum da bu oldu: Basit düşünmek, çok yüceltmeyip sadece görmek. 

Bunlardan yola çıkarak aslında insanlara bu sıradan görüntülerin de resim sanatı olabileceğini göstermek istedim. Bunu zaten Marchel Duchamp yaptı zamanında, düşünce olarak bir kırılma yarattı. Ben de bu düşünceden yola çıktım biraz, yani hayatın içinden stabilleşmiş görüntüleri, benim resmetme kabiliyetim çerçevesinden geçirerek nasıl ifade edebilirim diye düşündüm ve çalışmalarım umduğum gibi oldu, tam istediğim şeyler çıktı.

Resimde basit görüntüleri ele almak gibi basit teknikler de demek lazım. Örneğin kasalarla ilgili işlerimde, gerçek kasaları kullanıyordum. Dokuyu yakalayabilmek için kasa parçalarının bayağı eskimesi gerekiyordu. Kasa parçalarını tuvale olduğu gibi yapıştırıp, perspektifini yağlı boyayla yapıyordum. Tuvalde farklı malzemeler görmek insanlara çekici geliyor galiba. Daha sonra iki boyuta döndüm, kolaj yapmaya başladım, üzerine yazılar da yazdım. Yazıları biraz daha resim boyutuyla aynı boyuta getiriyordum. Yağlı boya ile kolajın bir arada gösterilmesine çalıştım. Farklı transfer teknikleri kullandım, görüntüyü tutkalla transfer ediyordum, boya zeminde kalıyordu. 

Bununla birlikte resim yaparken her şeyden önce tuvalinizin doygun olması lazım. Ben ilk önce bayağı katmanlı zeminler atıyorum tuvalin altına. Onu atmadığınız zaman akrilik boya ya da yağlı boya kullandığınızda tuvalin arka yüzü bu görüntüyü sizden emiyor, tinerini alıyor, yağını alıyor, sonra siyah beyaz mat bir resim çıkıyor. Bu da tabi sizi psikolojik olarak rahatsız etmeye başlıyor. Bu nedenle sadece bir iki gün boyunca astarıyla uğraşıyorum. Tamamen artık tuvalin benden bir şey çalmayacağı bir kıvama getirdikten sonra renklerini sürüyorum ve o zaman samimi bir resim çıkmaya başlıyor. Renkler direk tuvalde kalıyor. Bazen yeni dokular çıkıyor, o dokulardan yola çıkarak resmi oluşturmaya başlıyorum. Burada tabii yine her sanatçı biraz tesadüf avcısıdır gerçeği ortaya çıkıyor. Şunu da düşünmek lazım, yaşadığımız çağda bugün bu imkanlara sahipken bunları en iyi şekilde kendi lehimize nasıl çevirebiliriz? Asıl soru bu. Ayrıca heyecanı kaybetmediğim sürece araştırıp ne kadar ileriye götürebilirim düşüncesi de her zaman var.

Feyzi Çelikten

Geçmişten bugüne sanat üretiminde uyguladığın tekniklerin gelişmesindeki en önemli etken neydi?

Sanatımın gelişmesine en büyük katkı sağlayan unsur; üniversiteden ziyade, sürekli bir arayış içinde olmamızı sağlayan, tam anlamıyla akademi mantığında işleyen Diyarbakır Güzel Sanatlar Lisesindeki profesyonel hocalardan aldığım eğitimdi. Hayatımda aldığım en iyi eğitimdi. Anadolu’dan, köylerden gelen ve yatılı okuyan öğrenciler bilgiye açtı ve sanat manevi olarak bizi doyuruyordu. Bize, resim yapmanın sadece tuval üzerine boya yapmaktan ibaret olmadığını öğrettiler. Kırmızıyla sarının karışımı turuncudur gibi kalıplaşmış çiğ düşünceler yerine binlerce sarı ve binlerce kırmızıdan hangi turuncunun çıkabileceğini, dar bir bakışla değil temelinden görmemizi sağladılar. Bir derse girdiğimizde saatlerce palet üzerinde sadece renk karıştırarak bir turuncuda yüzlerce farklı ton bulabiliyorduk, matematiksel bir gözle de bakabiliyorduk. Öyle bir durum olmuştu ki artık rengin ölçüsünü söylüyor, hangi rengin çıkabileceğini anlıyorduk. Biri görmeden karıştırıyordu, biri düşünerek bulduğu rengi ifade ediyordu. En iyi eğitimle başladıktan sonra denemelere devam ettim.

Resimlerinde İzlenimcilerin ruhu hissediliyor. Işığı nasıl kullanıyorsun, doğa senin için ne ifade ediyor?

Doğaya baktığımızda günün en sıcak olduğu zamanlar iki ya da üç saatleridir. Çünkü saat on ikiye kadar toplanan ışık on ikiden sonra sıcaklığını dağıtmaya başlar. Tabi bu durumda, doğaya yansıyan ışık her yeri daha sıcak gösterecek, bu aynı zamanda resimlere de yansıyacaktır. Bundan dolayı bütün resimlerimde on ikiden sonra ışığı nasıl yakalayabilirim diye düşünürüm. Sabah ışığını kullandığım resimler daha soğuk renklerde olur. Bununla birlikte, daha önce bahsettiğim gibi okulda renk üzerine araştırma yaparken ve çalışırken renklerin farklı ışıklarda, örneğin mum ışığında, nasıl göründüğünü de rahatlıkla, abartısız bir şekilde uygulayabiliyorduk. 

Bir bakıma, ışıkların karışımından elde edilecek rengi bulmaya çalışıyorduk. Örneğin, yeşil yastıklı resmi yaparken gece ampul ışığında çektiğim bir fotoğrafı referans aldım. Orada yeşil rengi sarıyla karıştırdığınızda ampul ışığının etkisinin nasıl ortaya çıkacağı üzerine incelemeler yaptım. Bundan dolayı, resmin temelinde, odak noktası ya da merkez noktası budur diyebileceğim görüntüler elde etmeye çalışıyorum. Böylelikle bitmiş bir resim oluyor. Bazı resimlerin kendi içinde imgeler, objeler, ışıklandırmalar var, bazılarında ise resmin odak noktasında yani bütününde bir ışık var. Bazen gece bir yoldan yürürsünüz ve ışığı gördüğünüz zaman psikolojik olarak kendinizi güvende hissedersiniz. Mesela petrol ofislerinin ışıkları devasadır, insanlara daha fazla güven vermek için ya da bir otele girdiğinizde her yerde ışık vardır, avmlerde de öyledir. Bu size psikolojik olarak bir üstünlük sağlar. Mesela insan birine aşık olur, sürekli gözü onu arar, çünkü ona karşı bir şeyler hissediyorsunuzdur. Bunu resme döktüğünüzde de sürekli o ışığı arıyorsunuz, odak noktasını. Bunu nereye yerleştirebilirim ve bunu alışılmışın dışında nasıl uygulayabilirim diye soruyorsunuz.

Konu olarak ise doğa apayrı bir şey. Yaşadığımız çağa baktığımızda, modernleşmeyle birlikte doğanın naifliğini, yumuşaklığını empresyonizmde olduğu gibi görmek artık günümüzde zorlaştı. Doğanın yerini binalar aldı. Eskiden doğa insanlara hakimdi, bugün ise artık insanoğlu doğaya hakim olduğunu düşünüyor. Bir ağaca baktığımızda o ağacın dumanlara boğulduğunu, dışarıdan çok fazla etkiye maruz kaldığını görebiliyoruz aslında. Bu sert değişim bağlamında sürekli karşılaştığım imgeler ve görüntüler üzerinden gitmeye başladım. Görüntüleri alıp yeniden yorumlamaya çalışıyorum. Bu, dönemsel olarak değişiyor. Beş yıl boyunca kasalar üzerinde çalıştım, iki-üç yıl başka şeyler üzerinde çalışacağım. Ama bundan sonraki seri muhtemelen peyzaj olacak. Bugünkü doğanın durumundan yola çıkarak tek bir renkle nasıl peyzaj resimleri elde edebileceğimi düşüneceğim. Çünkü artık günümüzün atmoseri de renk değil, doku. Bu dönemde yaşarken kalkıp da böyle renkli bir peyzaj yapmak çok samimiyetsiz geliyor. Bugün Alman sanatçı Anselm Kiefer’in doğa üzerine inanılmaz işleri var. Doğayı o şekilde, o teknik bağlamda nasıl vahşi bir şekilde kullanabilirim? Yapacaksam onun gibi bir şeyler yapmam lazım. 

Resimlerindeki eleştirelliği nasıl ifade edersin?

Aslında gündelik görüntüler size yapacağınız şeyle ilgili bilinçaltındaki düşüncelerin anahtar kelimelerini vermeye başlıyor. Sanatçının görevi de zaten onları alıp derleyip ortaya yeni bir şey çıkarmak. Örneğin, bir dönem, tıbbi atıklarla ilgili olarak yaptığım işlerin yazılarını da yazdım ve onları tıbbi art olarak değerlendirdim. İş burada başlıyor. Çıkış yolum başta zaten sanatın yanlış yönde ticarete dökülmesiydi. Sürekli yanlış işleyen sisteme karşı bir tutumum vardı. Bunlar da işin anahtar kelimeleri oldu. Bana düşen sadece onları alıp kolaj gibi birbirinin yanına koyup yerleştirmek oldu. Örneğin Gustave Courbet “Taş Kıranlar” tablosunu zor kabul ettirdi. Çünkü saray resminden kopup artık halktan birinin resmini yapmıştı. Buradan bakıyoruz ki artık sorunlara odaklanma başlıyor. Sanatçının muhalif bir kişiliğe bürünmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Her sanatçı kendi yaşadığı çağın sorumlusudur. 

Kendi özümüzden yola çıktığımızda, nefes aldığımız ve yaşadığımız yerden yola çıktığımızda, o zaman kendimizi görselleştirmiş oluruz. Robert Rauschenberg’in dediği gibi öz görselleştirme çevremizin bir yansımasıdır. Mutluluğu uzakta aramamak lazım. Kendi kültürümüzden olmayan bir görüntüyü resmetmeye çalışmak bir yerden sonra tıkanıklığa sebep olabilir. Mesela Orta Doğu’da çekilmiş dram filmlerinin hepsi orayı ifade ettiği için dikkat çekiyor. Diğer taraftan Amerikan kültürüne yönelik olduğu için en iyi bilim kurgu filmleri orada yapabiliyor. Resimde de bu böyle. Evet Picasso başka kültürlerin sorunlarına da duyarlı olmuştur ama Picasso’nun en büyük eserlerinden biri “Guernica”dır, yani kendi kültüründen olan bir düşünceyi ifade etmesidir. Bugün Anselm Kiefer’in çalışmaları, Picasso’nun “Guernica”sı, Van Gogh’un “Buğday Tarlası ve Kargalar”ı, Courbet’nin “Taş Kıranlar”ı, Goya’nın “Kurşuna Dizilenler”i gibi tablolara bakarak, yaşadıkları dönemleri ya da o dönemlerin sorunlarını görebiliyoruz. Artık günümüzde öyle bir şey oldu ki Venedik’te suyun alçalmasını resimlere bakarak ölçüyorlar ve yıllar içinde ne kadar alçalabileceğini hesaplıyorlar. Resim bu bağlamda kendi yaşadığı çağın bir temsiliyeti sayılır. 

Biz bu çağda yaşıyoruz ve bu çağdan sorumlu olacağız. Ben bu dönemde yaşıyorum, benim sorumlu olduğum konular bunlar. Yarın öbür gün bir öğrenci; sanatçı toplumun aynasıdır söylemi kapsamında, o dönemki işlerime bakarak ve bunları, o dönemde toplumda yaşanan olaylarla karşılaştırarak, neden bu olaylara dahil olmadığımı, neden yıllardır aynı konu üzerinde çalıştığımı sorabilir. Bu beni çelişkiye düşürürdü. Bu sorunlarla ilgili neler yapabilirim diye araştırmam lazım. Bundan dolayı çıkış yolum buydu, yani gerçek, araştırmak istediğim bulmak istediğim şey.

Resimlerindeki değişim sürecini nasıl değerlendiriyorsun?

Bugün baktığımızda özellikle Türkiye’de sanatçı olmak istiyorsan, insanlar seni bir imgeyle kodlamak istiyorlar. Örneğin ben beş yıl kasalar üzerinde çalıştım. Bir süre sonra basit bir şekilde sadece kasa yapıyormuşum gibi algılanmaya başladı. Yaptığınız şeyi ve düşüncesini, insanlar rahatlığa alışık olduğu için başlıklandırmak istiyorlar. Bu beni rahatsız etti. Hayatımızda her şey sürekli değişiyor, yediklerimiz değişiyor, giydiklerimiz değişiyor, çevremiz, ortamlarımız değişiyor. Buna bağlı olarak resimlerin değişmemesi imkansız gibi bir şey. Ama bazı sanatçılar işte tam tersini yapıyor, resimleri bu değişime karşı direniyor, değişmiyor. Bu da rahatsız ediyor beni.

Sanat tarihinde birçok sanatçının, mesela Picasso’nun dönemsel işlerini görebiliriz. Çünkü resimler de yediğiniz, içtiğiniz şeylere göre değişir, şekillenmeye başlar. Benim bir sanatçı olmam gerekiyorsa sürekli kasa mı yapmam gerekiyor? Ayrıca resimde en temel şey heyecan. Bu yüzden insanlara resimlerimi gösterirken dönemsel olarak anlatmak beni mutlu ediyor. Örneğin şunları diyebiliyorum: “Bir dönem bu resimleri yapıyordum, sonra bu arayışlara geçtim, bu resimlerin küçük boyutta olması gerektiğini düşündüm, mutlak doğru ışığa doğru yönelmeye başladım.” Bu bir arayıştır. Bunu yaşamadığınız takdirde zaten sanat icra etmiyorsunuz demektir.

Başkalarıyla birlikte çalışmak kolektif olarak sanat projeleri üretmek konusunda ne düşünüyorsun?

Hiçbir şart olmadan, tamamen istek doğrultusunda bir sanat kolektif olunduğunda bu mükemmel bir şey. Bu anlamda bence dünyanın en büyük kolektifi dadaistlerdir. Bazen sanat kolektiflerinde, şartların dışına çıkmak mümkün olmuyor. Ama sanatta bir sınırlama olmaz ki. Bu nedenle rahat olduğu sürece, ileriye dönük yapısalcı ve geliştirici düşünceler elde edildiği sürece kolektif olarak çalışmaya her zaman pozitif bakıyorum.

Herhangi bir sanat kolektifine bağlı değilim ama hayatın beklenmedik yerlerinde görüntüler yakaladığım gibi bir sergide de bazen biriyle tanışıyoruz, düşüncesi hoşuma gidiyor, fikirleri hoşuma gidiyor ve onunla bir proje yapıyoruz. Bu nedenle sürekli aynı küratörlerle, sanatçılarla çalışmak yerine farklı insanlarla çalışıp muazzam bir tecrübe elde etmiş oluyorsunuz. Her şeyden önce resim yaparken, bir aktivite yaparken heyecan başlığını unutmamak lazım. Heyecan gittiği zaman samimiyetsizlik başlıyor, geriye dönük çöküş başlıyor. Ben hep heyecanın peşinde bir insan olarak yeni projeler, yeni tecrübelere sıcak bakıyorum. Bunlar her zaman insanı ileriye götürür. 

Eskişehir’de yaşamak ve üretmek senin için ne ifade ediyor?

Eskişehir’i bir atölye olarak görüyorum. Sanat açısından çok büyük bir şey bekleyemiyorsunuz ama her sanatçının üretebileceği rahat bir yer. Bu açıdan çok güzel. Dışarısıyla bir bağlantınız varsa ve sizin sürekli orada olmanız gerekmiyorsa Eskişehir iyi bir tercih. Ben gezmek için Eskişehir’e gelmiştim ve şu anda sekiz yıldır buradayım. Lisansımı da yüksek lisansımı da burada okudum. Bilmiyorum, sanatçılar kalabalığı da sevebilir, sakinliği de. Benim için böyle rahat bir şehir olması lazımdı. Düşünce olarak, ulaşım olarak, şehir yaşamı olarak tam istediğim kriterlerde bir şehir. Bu yüzden sekiz yıldır buradayım, bir süre daha burada kalmaya devam edeceğim.

Söyleşi: Esin Aykanat Avcı ve Burçin Nilay Kalınbayrak

Feyzi Çelikten’e teşekkürlerimizle.

Fotoğraflar ve Video: Güncel Sanat Arşivi

Daha fazla fotoğraf için tıklayınız. 

Paylaş