Anlatılar Söyleşi Serisi: Gülçin Aksoy

Please click for English

Söyleşi: Seniha Ünay / Hakkında
Çeviri: Burçin Nilay Kalınbayrak / Hakkında

Anlatılar Söyleşi Serisinin Ekim ayı konuğu, sanatçı ve eğitimci Gülçin Aksoy ile farklı dönemlerden çalışmalarını; konu, malzeme ve üretim süreci üzerinden konuştuk. Aynı zamanda sanatçının; Halı Atölyesi çerçevesinde hocalığa bakış açısına, birlikte çalışma pratiklerine ve eril dile yaklaşımına dair düşüncelerini dinleme fırsatı bulduk.

“Hafızada ve onun yan etkilerinde dolaşan gölge gibiyim bazen.”

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Resim Bölümünde üretime açık, paylaşıma açık, kolektif düşünmeye açık bir “Halı Atölyesi”nde hocalık yapıyorsunuz. “Benim için hocalık, vesile olmaktır” sözünüzü hatırlıyoruz. “Vesile olmak” durumundan ve “Halı Atölyesi” ruhundan bahsedebilir misiniz?

Bir gün önce asistan hocalarımızdan birine, asistanlık yıllarının angaryası altında boğulmadan kendi yolumu bulma, sanatla hemhal olma çabamı anlatıyordum. Dedim ki “Bir süre sonra, sanatla meşgul olmakla, işimi kendimin bir parçası haline getirmekle, dolayısıyla hocalık ve sanatçılığı birbirinden ayırmamakla meseleyi  yoluna koyduğumu sanıyorum.

Elbette gökten inmedi bu yöntem. Hocalık ile sanatçılığı birbirinden ayırmamak belki de kendiliğinden veya kendiliğinden olanı zorlayarak oluşan, yine de emek harcanarak varılan bir şeydi. Hayatımı zenginleştiren bu çerçeveden bakınca hocalık, bilindik “öğreten” formatından çıktı (ustalık yanımdan geçmedi); “birlikte öğrenen” konumuna geçti ve öğrencilerimle birlikte olmak hayatımın vazgeçilmezi oldu.

MSGSÜ Resim Bölümü Gravür atölyesi ile başlayan serüvenim Halı Atölyesi ile devam etti, ediyor. Klasik tapestry (duvar halısı) geleneğinin üzerine şekillenmiş Halı Atölyesi benden önceki öğretim üyesi sevgili hocam Zekai Ormancı tarafından 1976 da kurulmuş. Bugün ilgim ve alanım dahilinde olsa gerek güncel sanata yüzünü dönmüş bir atölyedir Halı Atölyesi. Geleneği bünyesinde tutar, tezgahlarını sever, tezgah hazırlar, kişisel veya ortak dokumalar, performanslar yapar veya gerekli her türlü medyumu içeri alır. Tüzel kişilikmiş (haydi bürokrasiye bağlanalım) gibi söz ettiğim, yıllar içerisinde girenin çıkanın katkısı ile oluşan tam da bu; Halı Atölyesi ruhudur. Açık kapılı bir atölyedir, kilitlenmez. Tastamam kamusal alandır. Gelin görün ki bu civarlarda kamusal alan devletindir, kamu ise zaten devletindir. Bense Atölyeyi tüm o belirli öğrenci, hoca kimliklerinin dışında herkese açmaya çalışmıştım. Açık kaldı, hala açık. Dolayısıyla bilindik hiyerarşinin uğramadığı, herkesin mekanı olan ve bu fikrin sahiplenildiği bir alan oldu. Atölyede hep beraber oturduk, çalıştık, ürettik. Kimin neye ihtiyacı varsa atölyeyi ona göre biçimledik. İhtiyacına vesile olduk, oldum. Bence vesile olmak, yol açmaktır. 

MSGSÜ Halı Atölyesi

Atılkunst ekibi olarak “Gündem Fazlası” çıkartmalarınızda ya da Huzur Apartmanı’nda başka sanatçılarla bir arada yaşayarak gerçekleştirdiğiniz “Gidişimiz Muhteşem Olacak” sergisinde ve “Halı Atölyesi” çalışmalarınızda kolektif bir düşünme ve üretim süreci var. Buradan hareketle kolektif düşünmeyi nasıl tanımladığınızdan, bunun varsa avantaj ve dezavantajlarından bahsedebilir misiniz?

Aslında kolektif düşünce yerine bireysel düşünce ve onun yanında ilerleyen birlikte çalışma deneyimi ve becerisinden söz etmem daha doğru olur. Sanırım, bir miktar, büyüdüğüm zamanlarla, mekanlarla da alakalı. Büyük sınıf ayrımlarının olmadığı, rahat ve komplekssiz bir ortamdaydım. Ta ki 12 Eylül’e kadar. Göz hizası bakışla dünyayı yakalıyor ve dönüştürüyorum sanırım, kendimce. Kolektif sözcüğünün içi, bireysel varoluşların yok sayılması ile dolduruldu ve sözcüğün pratikteki karşılığı; kişilerin yok sayıldığı, merkezi, tek tanrılı topluluklarla sonuçlandı diye düşünüyorum. Geçmişin sol jargonunda örnekleri bolca yaşandı. Diğer cenahı söylemiyorum bile. Hatta sanat alanında da böyle oldu. Her ne kadar ortak sanat çalışmalarına dair birçok deneyimim olsa da kolektif diye geçenlerin çoğu, kimi abilerin ihtiyaçlarına hizmetten öteye gidemedi. Bu noktada kişinin kendine emek harcayarak bireysel farkındalığa varmasını çok önemli bulduğumu belirtmeliyim. Gelişmiş bir benlik ile birlikte çalışmak, ben’in güvensiz ve emek harcanmamış söz dinleyen versiyonu ile çalışmaktan çok daha evladır. Bireysel üretim önemli bir şeydir, bunun yanında paylaşılır ve paslaşılırsa daha da güzel olur. Üzerine kat çıkılarak oluşan dikey eklentilerden değil, yatay bir araya gelişlerden söz ediyorum. Sözünü ettiğim ya da önemsediğim birliktelikler, geçmişin bıyıklı abileri etrafında şekillenen, onların hedefleri doğrultusunda genişleyen kolektif kavramına denk gelmiyor. Bireysel ihtiyaçların önemsendiği hatta paylaşımların bu ihtiyaçlar üzerine şekillendiği ortaklıklardan, birlikte çalışılırken bireysel ihtiyaçların biçimlendirdiği paslaşmalardan söz ediyorum. Elbette abinin değil, herkesin ihtiyacının önemsendiği bir araya gelişlerden…

“‘Bitmiş, muhteşem sanat yapıtımı koyar, paylaşırım’ şovundan ziyade bitmemiş olanı, sürmekte olanı yeğlerim.”

Atılkunst ihtiyaçtan doğmuştu, sonra bireylerin ihtiyaçları ortadan kalkınca bitti. Birliktelikler ömür boyu sürecek diye bir kaide yok. Önemli olan niyeti doğru, zihni açık tutmak.

Hiyerarşik olmayan “Gidişimiz Muhteşem Olacak” sergisi de ihtiyaçtan doğmuştu sevgili binamızda (aramızda Huzur Apartmanı diyoruz.) Sanatçılar, bazen öğrenciler ve hepsi birer sanatçı olan sevgili asistanlarımla bir aradayız. Binanın boşaltılması durumundan dolayı “Gidişimiz Muhteşem Olacak” adlı bir sergi yapıp binamıza veda edelim demiştik.  İşin tuhafı hala gidemedik.

Bir aradalıklar zordur ama bir o kadar da keyiflidir. Kapıları sürekli açık tutmak ve kişiler arasındaki diyaloğu sağlamak emek ister. Halı Atölyesi de birliktelik ve ihtiyaçların paylaşıldığı bir yerdir. Bireysellikleri önemser ve ifade ederken gelişen karşılıklı dinleme ve üretme pratiği, atölyenin geleneği haline gelmiştir. Usta çırak dışarı atılmıştır fakat bir önceki, sonrakine kendi meşrebince bu pratiği taşır. Bütün bu anlattıklarımın güzel bir örneği ise atölyede varlık gösteren tüm öğrencilerin veya arkadaşların parmağının olduğu “Duvar Yazısı Halısı”dır. Her gelen istediği cümleyi veya kelimeyi dokuyarak yazar.

Kişisel olarak sürekli yalnızlıktan hazzetmem. Kendimle kalmam gerekir de ardından o kendiliği bir yerlere taşımam, paylaşmam gerekir gibi hissederim. “Bitmiş, muhteşem sanat yapıtımı koyar, paylaşırım” şovundan ziyade bitmemiş olanı, sürmekte olanı yeğlerim.

“Duvar Yazısı Halısı”, Akademi Bienali, İstanbul, 2018.

Üretimlerinizde bazen hepimizin bildiği hikayeler anlatılıyor; “Duble Hikaye”, “Kurtuluş Yolu” çalışmalarınızdaki gibi, bazen de hepimizin aşina olduğu sıradan nesneler ve mekanlar dönüşebiliyor; “Sevdiğim Aile Mezarlığı”, “Koro” çalışmalarınızdaki gibi. Üretim sürecinizde, mekan, kişiler ve nesnelerle kurduğunuz ilişkiyi nasıl belirliyorsunuz ve şekillendiriyorsunuz?

Sıradan hikayelerin sıradan versiyonlarının tersten okunmuş halleri diyelim veya diyalektik yöntemin ötesinde, aralıklarda genişleyen, başlangıç ve sonlarla derdi olan hikayeler bunlar. En azından benimkiler öyle… Yoksa hikayeler hepimizin hikayeleri.

Her hikaye elbette kendimle başlıyor. Bana dokunan beni biçimleyen mekanlar, nesneler… “Duble Hikaye” cidden benim hikayemdi. Yani yaşanmış olanlardan yola çıkıyor, ortaya karışık kurguluyordum. Yola çıkışım; yolda bana, dolayısıyla bir çoğuna neler olduğu ile ilgiliydi. “Ölümüne İsimsiz” ile başlamıştı. Yanında 1980 tarihli minik tabelası ile. Çocukluğun geçtiği mekanlar, dönüşen, yok olan mekanlar vardı. Çocukluk anıları çoğunlukla mekanlarla akılda kalır. Benimkinin geçtiği yerlere gitmek, mekanın dönüşen yüzünü takip etmek, mekanın üretilmesine ve dönüşen bir zihnin yol haritasını çizmeye olanak tanıdı. Buralara uzanan yolculuk ve ardından gelen tuhaf okuma,  eldeki malzeme olan küçük “s” ile başlayan sanat sayesinde bir tarih anlatmaya değil, ama bireysel tarihin aralıklarında dolaşmaya neden oldu. “1 zaman ve 1 mekan arasında yalnızlık ve yorgunluk” demişim “Duble Hikaye”de.

“Sevdiğim Aile Mezarlığı” da geçmişimle hiç ilgisi olmayan ama benimle ilgisi olan yüksek tavanlı küçük bir alanda yeşerdi. Yeşerdi diyorum, sonunda gerçekten yeşerdi.  Bir mekanla karşılaşmıştım. İki sene o mekanın içinde mekanın içini doldurarak çalışmıştım. Ortaya çıkan oldukça minimal düzenleme; mekana özel, dışarının (Perşembe pazarının), içerinin (hırdavatçı) ve geçmişin (kayıpların) birleşme noktasıydı bence. En azından o an için. Varlık ve yokluk arasında yine de varolan, üretilen mekan. Sağolsun Sevgili Korhan Erel’in ses enstelasyonu… Derken mekan üretildi, elbette toplumsal olarak üretildi.

“Kurtuluş Yolu” yıllar önce ayrıldığım memlekete dönüş hikayesinin çarpıcı bir “an”ıdır. Sahil kenarına yerleşmiş Atatürk ve 18 silah arkadaşının denizden bana doğru gelen canlandırmalarını gördüğümde ilk tepkim; “Burada bir süre çalışacağım sanırım” şeklinde olmuştu. Acı ve hazla elbette. Kırık dökük, sahte, ama gerçek. Yine de sevimli. Kalıcı ideolojinin geçici yüzleri babında.

Mekanlar düşünceleri belirler, düşünceler de mekanları. Her iktidar mekan inşa etmek ister, istemez, inşa eder. Kalıcı olmak, çivi çakmak için. Ahşabın geçiciğilinde dağılan iktidarlar olduğu gibi beton binalar içinde, her ne kadar taş da olsalar, bir anda yok eden imha ediciler var. Sanki “Kim daha çabuk imha edecek?” günleri yaşıyoruz.

Hafızada ve onun yan etkilerinde dolaşan gölge gibiyim bazen.

Kişilere gelince aklımda yer edenleri var, dokunabildiklerim var. Önemsediklerim; betonlaşan taşlaşanlar değil, kahraman olmayanlar; “Koro Şefleri Koro”sundaki büyük abiler değil, aradaki gerçek hikayeyi yazanlar. O halıları dokuyan, dokutan o ilişkiler, bütününün parçası olan Ahmet Aksakal gibi kişiler. Hikayeye ortasından başlamak gibi. Kahramanlar arası bağlantıyı kuranla uğraşmak. 

Gülçin Aksoy, “Sevdiğim Aile Mezarlığı” Sergisinden Mekana Özel Yerleştirme, İstanbul, 2018.

“Dikey bilincin gündelik ilişkileri sonucu erkek zannedildik.”

Ahu Antmen sizin hakkınızda yazdığı bir metne şöyle bir başlık atmıştı:  “Gülçin Aksoy: Dokumak ve Dokunmak.” Nelere dokunuyor, neler dokuyorsunuz? Üretimlerinizdeki malzemenin dilinden bahsedebilir misiniz?

Ne güzel hatırlattınız, sevgili Ahu’nun güzelim metnini ve beni yakaladığı o yeri. Bu yaz başı yaptığımız bir serginin adı “Her şeye Rağmen Dokunmak”tı. Zaten tapestry sergisiydi. Ahu’nun yazısından beri 8 yıl geçmiş. Halen dokuyorum, dokunuyorum. Öncelik, kendine dokunmakta. Belki sonrasında iktidar mekanizmalarına, eril söylemlere (üçgen kompozisyon dahil) dokundurmakta.

Üretim yelpazem geniş. Resim geleneğinden gelip, gerekirse çizip gerekirse yazıyorum. Bazen dokuyarak yazıyorum. 

Malzemenin belirleyiciliğinden kaçamadığınız gibi malzemeyi okumak ve dönüştürmek gerekir. Fikrimce belirlenen malzemelerim var. Meydumunuz fikriniz de olabilir (Medium is the message.) Dokuma eylemi de öyle.

Dokumanın basit bir mantığı vardır. Kısaca artı ve eksiden hatta bugünün digital diliyle 0 ve 1’den meydana gelir. Bu ilişkiden çıkışla düşüncenin ve hareketin basitliğine rağmen olasılıklar zincirinde kaybolabilirsiniz. İşte bu da dokumanın sonsuz çeşitliliğine ve bugünün bilgisayar teknolojisine varan sonsuz ilişkiler bütününe kadar gider.

Bu ilişkideki hafif bir yer kaydırma, dokumaya neden olur. İşlevsel ve kullanışlıdır, kullanışlılığından ötürü de yaşamsaldır.

Öte yandan fiziksel olarak dokumanın, dokunma eyleminin, kadının dokunuşuna yerleştirilmesi de bilindik bir önermedir. Bu denli yaşamsal olan bir eylemden eril olanın feyz almaması, yüzyıllar boyu bir “yazık” hissiyatına neden oluyor bence. Ne kayıp…

Hem dokumak, kimi kez sabit bir tekrar nedeniyle, yavaşlık nedeniyle insanı şimdide tutan bir eylemdir. Yavaşlık ve elinin hareketi ile uyumlu olarak düşüncenin seyri… Evet, insanı şimdide tutan bir eylem.

Dokunmaya hasret kaldığımız şu zamanlarda ekran karşısındaki zihinsel tatminlerle idare ediyoruz da olmuyor. Eksik kalıyor. 

Gülçin Aksoy, “Koro” sergisinden, Galata Rum Okulu, İstanbul. 5-30.09.2018. 

Ucu açık bir şey olarak sormak istiyoruz; Peki, “Neden erkek zannedildik?”*

“A” sergisi dil üzerinden, eril dil ve kodlarını okumakla alakalıydı. Alfabenin birinci harfi, yani en birinci harfi A ile başlayan “anne” sözcüğüne rağmen B ile başlayan “baba” kültürü ile büyümek veya Türkçe gibi, sözcükleri cinsiyetlere bölmeyen bir dile sahipken başka dillerde olmayan “abi” ve “abla” sözcüklerine sahip olmak nevinden meselelere dalmıştı. Sonuçta cinsiyetsiz dilimizi baba terminolojisine teslim etmiştik.

Bu sözünü ettiklerim; eril dilin enstrümanları, eril kültürün inşasında dile düşen paye. Yatay ve göz hizası düzeye ulaşmak için altını her durumda kazımak gerekiyor. Gündelik dildeki A’lara gelince “Neden erkek zannedildik?” sorusuna cevap olarak; “Dikey bilicin gündelik ilişkileri sonucu erkek zannedildik” diyeceğim. (Atılkunst olarak) İnsanlara sormadan her hafta sonu maillerine düşüyorduk. Bazen ukala sözler edip aksiyona dalıyorduk. Sonra Atıl Bey’le öte dünyadan bağlanıyorduk. Yani Atıl Bey yoktu ama herkes var olduğunu sanıyordu. “Kunst” ise ecnebi coğrafyadan bağlanmıştı. Elbette erkek zannedilecektik.

Oysa ilk günah elma değil, yazıydı… Havva değil, Adem’di. Ne yazarsak o idi.

Gülçin Aksoy, “A“, Zilberman Galeri, İstanbul, 11.11-30.12.2017.

* “Neden erkek zannedildik?” sorusunun çıkış noktası 2006-2013 yılları arasında kadınlardan oluşan, ancak kimliklerini açıklamadıkları süre boyunca erkek zannedilen Atılkunst ekibinin hikayesi olmuştur. 

Gülçin Aksoy’a teşekkürlerimizle.

  • Sanatçı hakkında daha fazla bilgi için internet sitesini ziyaret edebilirsiniz.
  • Bu söyleşide yer alan tüm fotoğraflar, sanatçının kendisi tarafından gönderilmiş, internet sitesinden alınmış ve izniyle kullanılmıştır.
  • Bu söyleşide yer alan tüm görsel ve yazılı içeriklerin hakları saklıdır. Kaynak göstermek koşulu ile alıntı yapılabilir. Fotoğraflar için lütfen sanatçı ile iletişime geçiniz.

Anlatılar Söyleşi Serisiyle ilgili daha fazla bilgi için tıklayınız.

Please click for English

Paylaş