Söyleşi: Seniha Ünay / Hakkında
Çeviri: Burçin Nilay Kalınbayrak / Hakkında
Anlatılar Söyleşi Serisinin Temmuz ayı konuğu, Fotogerçekçilik akımının Türkiye’deki ilk temsilcilerinden Nur Koçak. Koçak ile sanat hayatına yön veren çocukluğu, eğitimi ve üretim süreci üzerine konuştuk. İyi bir gözlemci, seçici ve anlatıcı olduğunun ispatı gibi görünen birçok serisi üzerine düşünme fırsatı bulduk.
“Kadınları genç, güzel ve seksi olmaya yönlendiren, kimliksizleştiren, deyim yerindeyse eşyalaştıran bu tavır kabul edilemezdi. O tuvaller, bu isyanın cevabıdır.”
Sanata olan ilginiz çok erken yaşlarda başlıyor. Ankara, İstanbul, Washington gibi şehirlerde dönemin önemli hocalarından eğitim alıyorsunuz. 1970’te devlet bursuyla Paris’e gidiyorsunuz. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde hem öğrenci hem de hoca oluyorsunuz. Öğrenciliğinizin bir dönemi, ideolojik açıdan çok hareketli bir döneme denk geliyor. Fotogerçekçi resim anlayışınız ise akademinin anlayışından farklı bir seyirde. Eğitim hayatınızın avantaj ve dezavantajlarından ve bu dönemlerde resimlerinizle var olma sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Evet, sanata, yazmaya, çizmeye olan merakım çok küçük yaşlarda ortaya çıktı. Başına buyruk bir çocuktum ama iyi öğrenciydim. Ailem durumu gördü ve fazlaca üzerime gitmedi. Büyüklerim yaşıma göre olgun, sorumluluğunu bilen bir çocuk olduğumu söylüyordu. Hep arkamda durdular. Ben de onları mahcup etmedim doğrusu.
Eğitim hayatım boyunca farklı şehirler, farklı ülkeler, farklı okullarda, farklı eğilimler benimsemiş hocalarla çalışmak zarar değil tam tersine yarar getirdi bana. Onları gözlemledim, çevreye odaklandım, iç sesime kulak verdim. Beatnikler, 60’ların özgürlük ortamı, hippiler, Fransız Sineması yolumu açtı. Bir ara Lale Pudding Shop’tan otobüsle yola çıkıp, Katmandu’ya kadar gitmeyi bile düşledim.
Doğrudur, 60’lar tüm dünyada ideolojik anlamda çalkantılı yıllara denk geliyor. Oysa biz Akademi’de cam bir fanus içinde yaşıyorduk sanki! Olaylar bize değmiyordu. Okulda fazlaca bir şey öğrenmiyor ama çok eğleniyorduk. Her cumartesi düzenlenen danslı çay partileri, okul tiyatro kulübünün sunduğu oyunlar, ünlü yazarların çağrıldığı edebiyat matineleri, Kulüp Sinema 7’nin (Kulübü kuran Sami Şekeroğlu daha sonra Sinema-Televizyon Enstitüsü’nü de kurarak başına geçecekti!) gösterdiği klasik filmler, pop ve caz müzik konserleri, okulun kuruluş tarihi olan 3 Mart’ta yapılan dekorlu, kostümlü balolar besinimizdi. Fark etmeden bir şeyler biriktiriyorduk!
“1971 Paris Gençler Bienali sanatçı olarak yolumu çizdi. Serginin ana bölümü Kavramsal Sanat ve Fotogerçekçiliğe ayrılmıştı. Gördüklerim karşısında büyülendim.”
‘68’in Haziran’ında Akademi’den mezun oldum. ‘70’de Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı Avrupa Konkuru’nu kazandım. O yılın Ağustos’unda burslu öğrenci olarak ihtisas yapmak üzere Paris’teydim. Şehir, ‘68 Mayıs olaylarının yarattığı travmayı çoktan atlatmış, yeni bir on yıla tam gaz dalmış gibi görünüyordu. Ben de kısa sürede bu tempoya ayak uydurdum. Bir taraftan okula gidiyor, bir taraftan da ne kadar sergi, film, oyun, konser varsa izlemeye çalışıyordum. Şehrin iki ayrı yakasındaki iki ayrı sinematekten çıkmaz olmuştum. Evet, yine farketmeden biriktiriyordum.
Bunu daha önce de dile getirdim: 1971 Paris Gençler Bienali sanatçı olarak yolumu çizdi. Serginin ana bölümü Kavramsal Sanat ve Fotogerçekçiliğe ayrılmıştı. Gördüklerim karşısında büyülendim. Akademi’deki “Geç-kübist” hocalarımın “Sanatçı gördüğünü kopyalayan değil, yorum yapan gözdür!” anlayışıyla çelişiyordu sergilenenler. Yorum yapmamak da yorum yapmak anlamına geliyordu işte! Sergi mekanından “Ben de böyle çalışabilirim!” diyerek ayrıldım.
Nur Koçak, “Kolaj”, 1-3, Kağıt üzerine karışık gereç, 29.5×21 cm, 1973, Sanatçının koleksiyonu.
Ve ‘72’den başlayarak küçük boyutlu fotoğraf kolajlarıyla işe koyuldum. Çeşitli makina parçalarını çocuk imgeleriyle harmanlıyordum. Konu, makine ve toplum ilişkisiydi. ‘73’te bu kez makine imgelerini doğrudan tuvale aktarmaya karar verdim. Boyutlar büyümüş, boya ve tuval devreye girmişti artık. Bu resimlerle Salon d’Automne, Salon des Artistes Français gibi büyük sergilere de katıldım ama akrilik boya ve fırça kullanarak elde ettiğim sonuçtan memnun değildim. Tatmim olmamıştım. ‘74’ün başında bir aerograf ve kompresör satın aldım. Boyayı püskürtecektim. Tema “Kadınların kullandığı nesneler / kadınların nesne olarak kullanımı”ydı bu defa. Odama kapandım, altı ay içinde “Vivre” parfüm şişesi resmimi tamamladım. Sonuç, fotoğraftaki imgeye çok yakın, yani tam istediğim gibiydi.
Nur Koçak, “Vivre ya da Yaşamak”, Tuval üzerine akrilik, 162×130 cm, 1974, Sanatçının koleksiyonu.
70’lerin ikinci yarısında yurda dönüp Akademi’de bu kez (zar zor) öğretim üyesi olarak çalışmaya başladım. Benimle aynı bursu kazanan arkadaşlarım da dönmüştü. Bizlere hoş geldiniz diyen yoktu pek. Tersine okula almamak için türlü türlü numara çeviriyorlardı. Konuyu burada kapatmak en iyisi, çünkü anlatacaklarımla ciltler dolusu kitap yazılabilir. Bu arada ülkede de 60’ların özgürlükçü ortamı yerini anarşiye bırakmış, her şey tepetaklak olmuştu. Sağ ile Sol çatışıyor, her gün sokaklarda 30 kişi öldürülüyor, okulun önünden cenazeler geçiyor, öğrenciler boykot ilan ediyor, bomba ihbarlarıyla atölyeler boşaltılıyor, derslere süresiz ara veriliyordu. Gerçi okul bütünüyle sol görüşlüydü ama bu kez de çeşitli fraksiyonlar aralarında çatışıyordu. İşte ben, bu hengamenin ortasında, 1976 Aralık ayı başında okulun Mimar Sinan Salonu’nda “Fetiş Nesneler / Nesne Kadınlar” başlıklı ilk kişisel sergimi açtım. Sanat sahnesine çıkışım alkışlarla karşılandı diyemem. Keşke diyebilsem. Aksine ne küçük burjuva sanatçılığım kaldı, ne Türkiye gerçeklerine yabancılığım. Dönemin az sayıdaki galericilerinden birisi “Vivre” parfüm şişeme bakıp tuvalin ortasına kocaman tezek oturtmamı önerdi. Aklınca Türkiye’nin parfüm değil tezek koktuğunu dile getiriyordu. Eğer satmak istiyorsam küçük, ucuz ve mümkünse köylü figürlü resimler yapmalıydım. Satmak diye bir tasam olmadı hiç! Ve dönemin yine az sayıdaki sanat yayınında sergi hakkında tek bir satır yer almadı.
Nur Koçak, “Kırmızı ve Siyah”, Tuval üzerine akrilik, 162 x 130 cm, 1976, Sanatçının koleksiyonu.
Sinema imgeleri, kadın dergilerinin sayfaları, aile albümlerinin gösterdikleri, kartpostalların söyledikleri, popüler kültürün kendisi odağınıza aldığınız konular arasında. Tüm bunların gösterdiği, dayandığı asıl konu ise kadınlar. Çalışmalarınız kadına dair imgelerle şekilleniyor. Çok iyi bir gözlemci, seçici ve anlatıcı olduğunuzu düşünüyoruz. Nedir sizi kadın konusunu bu imgeler üzerinden vermeye yönlendiren bakış açısı?
1970 yılında benimle birlikte Avrupa sınavına girip kazanan ve 1416 sayılı yasayla burslu olarak Paris’e giden Akademi Resim Bölümü öğrencilerinin hepsi erkekti. Yani altı kişi içinde tek kız öğrenci bendim. Onlar -Şükrü Aysan dışında- sergiler açmış, kendilerince iyi kötü bir sanatçı kimliği, bir isim oluşturmuşlardı. Şükrü’yle ben yolumuzu Paris’te çizecek, rotamızı orada belirleyecektik. Şükrü de VII. Paris Gençler Bienal’inin etkisi altında kalmış olacak ki Kavramsal Sanata yöneldi. Bense çalışmalarımda fotoğrafı kaynak edinip kullanma kararı aldım.
“Sıra, kadın olarak kendimi öne çıkarmaya (mademki dönem arkadaşlarım arasında tek kadın bendim!) gelmişti. Onların yapmadığını yapacaktım. Hem biçim hem de içerik açısından yolum çok farklı olacaktı.”
Yıllardır tüketim toplumunun göbeğinde yaşıyordum: Önce öğrenci olarak Amerika, sonra teknik ressam olarak İsviçre, şimdi de yine öğrenci olarak Fransa’da. Toplumsal yapıya çok duyarlıydım. Çevremde olan biteni dikkatle gözlemliyordum. Mekanikleşen insan ilişkileri, teknik açıdan yetersiz bulduğum ilk denemelerime yansımıştı. Sıra, kadın olarak kendimi öne çıkarmaya (mademki dönem arkadaşlarım arasında tek kadın bendim!) gelmişti. Onların yapmadığını yapacaktım. Hem biçim hem de içerik açısından yolum çok farklı olacaktı. Bana burs veren fakir devletimize (ki o zamanlar öyleydi gerçekten) karşı sorumlu hissediyordum kendimi. Yurda dönünce sanat ortamında bambaşka bir hava estirmeliydim!
Sürekli karıştırdığım kadın dergilerinin reklam fotoğrafları daha sonraları “Fetiş Nesneler / Nesne Kadınlar” olarak adlandıracağım diziye kaynaklık etti. Bu fotoğraflarda hemcinslerimin çok genç, çok güzel ve cinsel açıdan çok çekici olması gerektiği vurgulanıyordu. Kadınlık bu sloganlarda söylenenlere indirgenmemeli, kadın bedeni alınıp satılan bir metaya dönüştürülmemeliydi. İsyanım paranın en yüce değer olmasınaydı. İsyanım tüketim toplumunaydı.
Yurda dönünce, 1979’dan başlayarak bu kez aile albümümüze el attım. Çoğu özel nedenlerle (bayram, doğum günü, okula başlama gibi) çekilmiş fotoğrafların kaynaklık ettiği yeni dizim aynı zamanda Türkiye gerçeklerinden koptuğum, toplumumuza yabancılaştığım savını çürütmek amacını güdüyordu. Hızla kapitalistleşme aşamasına girmiş toplumun bir dönemine bakıyordum işte. Nasıl ki dergi karıştırmayı sevmişsem albüm karıştırmayı da sevdim hep. Orta sınıf, kentli aile yapımızı gözler önüne seren “Aile Albümü’nden” dizisinin ucu açık. Her an diziye yeni eklemeler yapabilirim.
Nur Koçak, “Annem, Babam, Ablam ve Ben”, 1, Tuval üzerine akrilik, 162×130 cm, 1980-83, Sanatçının koleksiyonu.
“Mutluluk Resimleriniz / Müdahale Edilmiş Kartpostallar” dizim için izlediğim yola gelince: Kendimi 80’lerin başında “Posta sanatı” olgusu içinde buldum. Dünyanın dört bir yanından sergi daveti alıyordum. Postayla yollanabilecek mektup, kartpostal, küçük paket benzeri şeyler isteniyordu katılımcılardan. Bunları sergileyecek, belki yayın yapacak ama geri yollamayacaklardı. Sergilere katılmak için sanatçı olmak da gerekmiyordu. Türkiye’den benim dışımda çağrı alan yoktu. Kendimi yine çok sorumlu hissettim. Ülkemi en iyi şekilde nasıl temsil edebilirdim? Bize özgü neyimiz vardı? Önce piyasadan topladığım seri üretim asker kartpostallarına boyayla, kolajla müdahale ederek sergilere yolladım. Geri gelmemeleri önemli değildi. Daha sonra Kelebek Gazetesi’nin 70’lerde “Mutluluk Resimleriniz” köşesinde yayımlanmış asker ve sivil fotoğraflarını kartpostal boyutlarında kağıt üzerine kurşun kalem desene dönüştürdüm. Orijinal çizimlerin “ne idüğü belirsiz” koleksiyonlarda yitip gitmesine gönlüm razı gelmedi. İlk altısıyla bastırttığım kartpostal albümünü sergilere yollamaya başladım Piyasanın açık havada çekilmiş çok renkli fotoğraflarından (Müdahale Edilmiş Kartpostallar) stüdyo ortamında çekilmiş siyah-beyaz fotoğraflara (Mutluluk Resimleriniz) atlıyor, düşlerle gerçekler arasındaki uçuruma vurgu yapıyordum. Piyasanın kartpostallarında sevgililerine sarılan askerler, stüdyo fotoğraflarında birbirlerine sarılıyordu. Kadının sosyal yaşamdan bütünüyle dışlanması söz konusuydu burada. Çalışmayı “Posta Sanatı” başlıklı bir proje olarak 1981’de 3. İstanbul Sanat Bayramı Yeni Eğilimler Sergisi’ne sundum ve Altın Madalya kazandım.
Nur Koçak, “Müdahale Edilmiş Kartpostallar”, 1-16, Kağıt üzerine karışık gereç, 15.2×10.3 cm, 1981, Sanatçının koleksiyonu.
“Dergi karıştırmayı, sinemaya gitmeyi ne kadar seviyorsam toplumun aynası olarak gördüğüm vitrinleri seyretmeyi de o kadar seviyorum.”
1974’te Paris’te başladığınız “Fetiş Nesneler / Nesne Kadınlar” serinizde renkli kadın dergilerinden imgeler kullanıyorsunuz. “Cahide’nin Öyküsü” serinizde Türkiye sinemasının yıldız oyuncularından Cahide Sonku’yu ele alıyorsunuz. Son serilerinizden olan “Vitrinler”de ise mağaza vitrinlerine yer veriyorsunuz. Bu örnekler üzerinden eserlerinizin nasıl bir karşılaşma ve düşünme sonucunda ortaya çıktığından bahsedebilir misiniz?
Batı’nın renkli kadın dergilerinin reklam fotoğraflarını kaynak olarak kullandığım “Nesne Kadınlar / Fetiş Nesneler” dizim her fırsatta dergi karıştırma alışkanlığımın ürünü. Yıllar yılı Elle dergisi okudum ben. Paris’te Saint-Germain Bulvarı üzerindeki Drugstore’un dergi standı en sık ziyaret ettiğim yerdi. Öyle ki bir süre sonra dergileri poşet içine aldılar! Onları karıştıran sadece ben değildim tabii ki. Neyse, işte bu merakımdan doğdu ilk dizim. Orada okuduğum reklam sloganları karşısında çarpıldım. Kadınları genç, güzel ve seksi olmaya yönlendiren, kimliksizleştiren, deyim yerindeyse eşyalaştıran bu tavır kabul edilemezdi. O tuvaller, bu isyanın cevabıdır.
“Cahide’nin Öyküsü” dizime gelince; o da başka bir merakımın ürünü. Annem, beni dört yaşındayken elimden tutup sinemaya götürdü. Dönemin tek eğlence kaynağıydı sinema. Ve ben, o zaman bu zamandır sinemaya aşkla bağlıyım. Cahide Sonku, bizim ilk pop ikonumuz. Hem tiyatro hem sinemada devleşmiş bir isim. Doğum tarihi anneminkiyle aynı. İkisi de Batı’ya dönük yüzümüzü, otuzlu yıllar şıklığını temsil ediyorlar benim için. Sonku’nun sadece bir filmini gördüm sinemada. Tiyatro sahnesinde izleme şansını yakalayamadım hiç. Daha sonraları magazin basınının diline düşen trajik yaşam öyküsü, varlığın zirvesinden yokluğun çukuruna düşüşü, bu dizimin malzemesini oluşturuyor.
Dergi karıştırmayı, sinemaya gitmeyi ne kadar seviyorsam toplumun aynası olarak gördüğüm vitrinleri seyretmeyi de o kadar seviyorum. “Vitrinler” dizim seksenli yılların ikinci yarısından başlayarak çektiğim fotoğrafları tuvale aktarmam sonucu ortaya çıktı. Giderek bu tema, hem boya hem de doğrudan fotoğraf olarak sergilerimde yer aldı. İstiklal Caddesi üzerinde gezinirken gözüme çarpan Ebrusan vitrini özellikle ilgimi çekmişti. Dükkan, Beyoğlu’nun göbeğindeydi. Suni deri sado-mazo takımlar, çemberlere gerilmiş çeşit çeşit külotlar teşhir ediliyor; Batı’da ancak sex-shop’larda, kapalı kapılar ardında görülebilecek malzemenin önünden her gün milyonlar geçiyordu. Aklıma pek çok soru takıldı: Orta Doğulu Müslüman bir ülkede yaşamıyor muyduk? Böyle bir vitrine kayıtsız kalınabilir miydi? Ebrusan Vitrini’ni konu alan fotoğrafların yanı sıra 1993-96 arasında gerçekleştirdiğim şerit tuvaller işte bu şaşkınlığın ürünüdür. “Vitrinler” de ucu açık bir tema. Yeni fotoğraf ve tuvallerle konuyu işlemeyi sürdürdüyorum.
“Ha doğaya bakarak çalışmışsınız ha fotoğrafa bakarak, fazlaca bir şey değişmiyor kısacası.”
Bilindiği üzere Türkiye’de foto-gerçekçilik akımının ilk temsilcilerindensiniz. Fotografik görüntüyü bir yüzeye aktarıyorsunuz. Bu süreçte fotoğrafla kurduğunuz ilişkiden bahsedebilir misiniz? Bir fotoğrafı yüzeye aktarana kadar neler değişiyor ya da aynı kalıyor?
Foto-gerçekçilerle ilgili olarak hep söylenen şu biliyorsunuz: İki ayrı sanatçı aynı fotoğraftan yola çıkarak ve ona çok sadık kaldığını öne sürerek tamamen farklı iki resim yapar. İkisi de fotoğrafı kendi mizacına göre keser biçer, ayrıntı ekleyip çıkartır, kısacası bambaşka sonuçlar elde eder. Bu söylenenler benim için de geçerli. Önce fotoğraf seçimim kişiliğimi ele veriyor. Sonra üzerinde (kimi zaman farkına varmadan) yaptığım değişiklikler… Birkaç fotoğrafı birleştirip tek bir kompozisyon elde ettiğim de oluyor, küçücük bir nesneyi devasa boyutlarda tuvale aktardığımda ortaya çıkan ayrıntılardan hoşlanmayıp hepsini sildiğim de. Ha doğaya bakarak çalışmışsınız ha fotoğrafa bakarak, fazlaca bir şey değişmiyor kısacası.
Nur Koçak, “Berk Çorap”, “Vitrinler” Serisinden, Tuval üzerine akrilik ve yağlıboya, 114×162 cm, 1987, Özel koleksiyon.
“Öz, biçimi belirler!” diye bir söz var. Ne derece doğru olduğunu bilmiyorum ama farklı malzemelerle çalışmayı seviyorum.”
2019’da Salt Beyoğlu ve Salt Galata’da gerçekleşen “Mutluluk Resimlerimiz” serginiz, 2020 yılında da Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşti. Çok kapsamlı bir Nur Koçak sergisiydi. Bu sergilerde sizin desen, resim, heykel, fotoğraf gibi mecralarda ürettiğiniz çalışmalarınızı bir arada görme şansı bulduk. “Mutluluk Resimlerimiz” vesilesiyle farklı mecralara olan ilginize değinebilir misiniz?
2019 Sonbaharında Salt Galata’da 1958-68 arası öğrencilik desenlerimi, Salt Beyoğlu’nda da 1972-2019 arası resim, heykel ve fotoğraf çalışmalarımı sergiledik. 2020 başında Ankara Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılan sergimeyse öğrencilik desenlerimi götürmedik. Sergilerin başlığı “Mutluluk Resimleriniz” adlı kartpostal-desenlerime gönderme yapıyordu. “Öz, biçimi belirler!” diye bir söz var. Ne derece doğru olduğunu bilmiyorum ama farklı malzemelerle çalışmayı seviyorum. Bu ilerde de böylece devam edecek sanırım.
Nur Koçak, “Mutluluk Resimleriniz”, 1-36, Kağıt üzerine kurşun kalem, 10.4×14.6 cm, 1981, Sanatçının koleksiyonu.
Nur Koçak’a teşekkürlerimizle.
- Nur Koçak hakkında daha fazla bilgi için sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
- Bu söyleşide yer alan fotoğraflar, sanatçı tarafından gönderilmiş ve izni ile kullanılmıştır. Portre Fotoğrafı: Kayhan Kaygusuz, Mart 2019.
- Bu söyleşide yer alan tüm görsel ve yazılı içeriklerin hakları saklıdır. Kaynak göstermek koşulu ile alıntı yapılabilir. Fotoğraflar için lütfen sanatçı ile iletişime geçiniz.
Anlatılar Söyleşi Serisiyle ilgili daha fazla bilgi için tıklayınız.