Anlatılar Söyleşi Serisi: Hakan Gürsoytrak

Söyleşi: Seniha Ünay / Hakkında

Anlatılar Söyleşi Serisinin Ekim ayı konuğu ressam Hakan Gürsoytrak. Çalışmalarının çıkış noktası, süreci ve anlamı üzerine sohbet ettiğimiz Gürsoytrak’ın kapsamlı cevapları; gündeme temas eden ve katmanlı bir anlatı sunan resimlerinin dili gibi şiirsel ve akıcı. Keyifle okumanızı dileriz. 

“Şehir eskidikçe yeni olan da hayalin harabeleri olmaktan öteye gidemiyor. Eskiye özlemle bakılıyor olmasa da yeniden de bir medet umulmuyor, umulamıyor.”

Eğitim hayatınızı lisans ve lisansüstü düzeyde Resim Bölümünde tamamlıyorsunuz. Bunun yanı sıra bir de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun olduğunuzu biliyoruz. İki farklı alan. Kamu Yönetiminden sanat alanına geçmeye nasıl karar verdiniz? Varsa bu durumun avantaj ve dezavantajlarından bahsedebilir misiniz?

Mademki Şişli Siyasal’dan başlıyoruz, ben de sizi Ulus’a davet ediyorum; biraz da Ankaralı olduğunuz için. Bentderesi’ni arkanıza alın, oradan her yöne mavi dolmuş kalkar; Keçiören’e de Ulus, Sıhhiye, Kızılay, Bakanlıklar ve Çankaya’ya da doğru, Başkent için çizilmiş dikey bir hat, ortasında da Zafer Çarşısı, sahaflar ve buram buram Gazi kokan sergi salonu. Zafer Çarşısı ilk sergi gezdiğim yerdir. Kolej, İncesu, Cebeci, Mamak, Hamamönü tekrar Ulus ise bir başka eksen. Mülkiye ise bunun tam ortasında bulunur. 

Lütfü Günay’dan desen ve özellikle pastel dersleri almıştım ama aklımda olan İstanbul’du. Ön kayıtla Siyasal Bilgiler Fakültesine (SBF) başladım; Şişli Siyasal ama Bahçelievler’de Coca Cola fabrikasının arkasındaydı. Siyasal Bilgiler’di ismi, YÖK çıkınca değişti. Kamu Yönetimi, modernizmin kurumlaşmış halidir; hukuk, iktisat ve muhasebe. Bir üst yapı kurumu olarak modern devlet teorileri incelenir. Kamusal alan o zaman da mevzu idi. Gel gör ki 12 Eylül yeni olmuştu. Olan ile olması gerekene dair fikirlerin tartışıldığı yer olması gerekiyordu okulların. Yine de mesela, Server Tanilli’nin “Uygarlık Tarihi” bir sanat öğrencisine de faydalı olacaktır. Ben sosyoloji derslerini severek takip ederdim. Saha çalışmaları yapan sosyoloji hocamız Prof. Dr. Mübeccel Kıray’ın derslerine katıldım. Şanslıyım. Marjinal sektör, çöküntü mıntıkası, banliyö; ondan duyduğum kavramlar oldular. Feodal ve kapitalist üretim ilişkilerini; kent, şehir ve metropoller üzerinden anlatırdı. Modernizmin mekân üzerindeki etkilerini görmemi sağladı.

Az gelişmiş ülkelerin dış ticaret politikaları üzerine hazırladığım bir ödev vardı. Okuduklarımdan tuttuğum notları temize çekmek için aldığım çizgisiz beyaz kağıtların tamamına resim yapınca Akademiye gitmeye karar verdim. İyi bir seyirci olmak öğreniliyor her şeyden evvel.

Doldurulan akademik ve ticari özgeçmişlerin yeknesak statükoculuğu neticesinde, cepte kitap şehri arşınladığım yıllara atfen, Homeros’u, Bostancı-Bakırköy hattı belediye otobüslerinde okuduğumu yazmıştım başka bir özgeçmişimde. Modernizmin merkezleri ile merkezkaçları arasında hayali fikirlerin tutunduğu merkez dışı kuytular da vardır. Dikeyin gölgesinden çıkışan kaçış noktaları. Kaldırım kenarından filiz biten ot olmak. Deliler, serseriler, veliler, ayyaşlar, kumarbazlar, şaman evliyalar. Dullar ve kaçıklar. Hisar, darbe günlerinin açık hava hastanesi. Benim tanıdığım, bildiğim reis de Hisar’dan oldu. Siz “Tabutta Rövaşata”dan bilirsiniz, belki de Sait Faik öykülerinden. Denizden rızkını rastgele ile çıkaran balıkçının ne sultanın sofrasında gözü oluyor ne de beyin, ağanın cümlesinde. Radar ile birlikte sadece balık değil Boğaz’ın rastgelesi de avlandı. Seksenlerin İstanbul’u; ne de olsa asker eninde sonunda kışlasına çekilir, sonrasına olur ha, bir umut olur, ihtimali vardı. Dudullu’da, bomboş bir tarlanın ortasında neden bir emlakçı ofisi olduğunu o vakit kavrayamamıştım. Henüz ikinci köprü yapılmamıştı, yapılıyordu. Arsalar oradaydı. Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal filmleri ne kadar naif duygular bırakmış bizlerde. Halbuki Kafka, Camus… Onlar da yetmemiş de Oğuz Atay ile arası bulunmuş. Duvar ile aynanın arasında kalmış bir sıkışmışlık hissi.

“Anılar; hafıza kutucukları gibi çekmecelerde biriktirilip, lazım olduklarında saklandıkları yerden çıkarılarak kullanılan malzemelerimiz oldular, oluyorlar.” 

<p><b>Size Düşünecek Şey Kalmadı</b><br />Diptik 2007</p>

Hakan Gürsoytrak, “Size Düşünecek Şey Kalmadı”, “İşimize Bakalım” serisinden, Diptik, 2007.

Sokağınıza kepçe gelip de hiltiyle asfaltınızı patlattığı zaman; her seçim dönemine bir vaad yolunuza dökülmüş asfalt, beton, kesme taş katmanlarına bakarak Bizans’a kadar gider, muhitinizin siyasi tarihinin arkeolojisini, mümkündür, çıkarırsınız. Ben de durur, kazıyı seyredenleri seyrederdim. Ne çok aylak vardı boş vakti olan. İşsizlik, uğraşsızlık. Esnaf dükkânının bekleşen yancıları, kapı önlerindeki erkek güruh. İç sıkıntısı ve aylaklık; Charles Baudelaire öyle yazdığı için değil, zaten böyle olan bir şeyi kaleme almış olduğu için hala karşılığını buluyor. 

Anılar, hafıza kutucukları gibi çekmecelerde biriktirilip, lazım olduklarında saklandıkları yerden çıkarılarak kullanılan malzemelerimiz oldular, oluyorlar. Belleğin müdahalesi ile kendi deformasyonlarını da taşıyorlar; sanırım böyle şeyler imgeler.

Her iki okul da Modernizm üzerinedir. Bu teorilerin, kuramların, felsefelerin kişiler ve toplum üzerindeki etkilerine, karşılıklarına baktım. Kavramsal sanat dahil Akademideki tedrisat, soyut ya da figüratif de olsa modernist olma iddiasını taşıyordu. Mimarlık ve mühendisliği de bunlara katmalı, grafik ve tekstili de. Hayatın güzelleştirilmesi, sanat ile hayatın birleşmesidir modern ütopya. Hayatın sanat, sanatın hayat oluşu. Bu teorilerin hayattaki karşılıklarına, uygulamalarına ve neticelerine göz çevrildiğinde görünen çelişkilere yöneldim. Zıtlıklar, sanat için temel ilkelerdendir. Olanlar ve olamayanlar. Trajedi, drama ve ironi. Hayal ve gerçekler. “Hayaller Paris, gerçekler Eminönü” duvar yazısı alıntılanmalı burada. 

Orada okumanın ne faydası mı oldu? Ne olamayacağımı, neyi yapmayacağımı anladım. Ressam olmaya karar verdim.

Resimlerinizle karşılaşınca ilk önce boyanın cazibesine, mükemmel uygulanma biçimine daldığımızı söyleyebiliriz. Bu dalma halinden aniden uyandıran bir şeyler var: Türkiye’nin gerçekleri. Gündelik yaşamı kuşatan kültürel, toplumsal, siyasal faktörlerin göstergeleri bunlar. “Meydan” çalışmanızdaki detaylarda yer alan söylemler, “Kamu Görevi” çalışmanızdaki bürokratik hal ya da 50. Venedik Bienali’nde Küratör Francesco Bonami’nin “Clandestine/El Altından” sergisinde yer alan “Alaka” serinizdeki “Kıllanan Adam” çalışmanızdaki aniden bizi de kıllandıran imgeler gibi. Çalışmalarınızdaki ironiyi güçlendiren, insanı içine çeken biçimsel dilinizden ve eleştirel temsil biçiminden bahsedebilir misiniz?

Seyircinin bildiği, ona tanıdık gelen imgeler ile içinde dolaşabileceği yanılsama mekanlarda, başı sonu olmayan hikayelerin anlatıldığı resimler yapmak istedim. Resimlerdeki görkem ve anıtsallığın seyircinin üstünde ezici bir etki kurmasını istemedim. Seyircinin içine katılabileceği, ilişki kurabileceği resimler için tanıdık gelen imgeler kullandım. 

Benim desenimde kütleye dayalı konstrüksiyon vardır. En azından aldığım eğitim böyle. Biçim ile kompozisyon arasında kurulan akılcı ilişkidir konstrüksiyon. Kütlesel biçim ve mekânın, derinliğin inşa edilmesidir. Modern sanatta hem soyut hem de figüratif örnekleri görülebilir. Soyut örnekler ütopyacı veya mistik iken idealize edilmiş figüratif örnekler çoğunlukla anıtsaldır; güç ve iktidara yakın yani politiktirler. Klasizmin ve neoklasisizmin ideallerinden türetilmiş görkem ve yüceltme barındırdığı için mükemmeli, onları tarif eden terminolojinin içinde kullanıyoruz. Bu yüceltme ve anıtsallık, biçimin kütlesi ve ebatları ile bunlara eklenen drama ve atmosfer; seyirciyi tamamlanmış bütünlüğün algılandığı bir uzaklığa iter, o mesafede tutar ve bir bakış noktasına sabitler. Seyirciye, başı yukarıda kendisini izlettirir. Anıt da olsa plaza da olsa bu böyledir. Görkem, heybet, prestij. Çözümleyen ve kuran üst aklın statüsüdür mükemmellik. Anlatım dillerinin; harf, ses, sözcük ve cümlelerine vakıf oldukça bu imlanın kurgusunda ve alt metninde saklı olan fikirler de idrak ediliyor. Perspektif ve oranların, seyirciyi yönlendirdiği ve sabitlediği uzaklıktan koparılması; izleyici ile tuval arasındaki mesafenin kapanmasının sağlaması; “yapıtın” seyirci üzerindeki ezici, hegemonyacı yapısının kırılması gerekiyordu.

Önce merkezi figürden vazgeçmek gerekti. Tek figürün çevresini ona göre tanzim etmek gerekiyor. Aksine, her biçim, figür ve imgeyi çevresiyle beraber, artlarından öne doğru çözümleyerek, mekânın içinde resmetmeye başladım. Tek bir ideaya hizmet etmek için dizilen diğer idealardan caymak, yani imgeler arası hiyerarşiyi yitirmek gerekti. Bir tuşa bir figür kadar kıymet vermek dedim. Verilmiş pozların, duruşların yerine anlara ve hareketlere bakıldı. Gruplar halinde çözümlendiler. Figür sayısı arttı ve bol figürlü oldular, kalabalıklara dönüştüler. 

Kalabalık! Üstelik içine girilerek kaybolunan, parçası olunan mekân içinde yürüyüş hali, kalabalık ile akan zaman. Yanı başından gelip geçenlerin bıraktığı buseler, seyredilen değil seyreden olma hali. Kalabalığın özelliğidir: Göz nereye bakacağını bilemez. “Her yerde durmadan bir belirip bir kaybolan ışık ve şekil oyunlarını belleğinde tutan bakış” demiş Georges Perec. Bunu, haliyle çok odaklılık takip etti. İstanbul’un yokuşları gibi mesela ufuk çizgisinin sürekli yer değiştiriyor olması; sabit bir bakış noktasının yitirilmesini, yeri geldiğinde ters perspektifin kullanılmasını ve çizgisel perspektifin birçok yöne doğru açılmasını sağladı. Sonra o kalabalığın içinden kuytulara açılan bir ara sokağa doğru seyredildiğinde, yolda çocukların kaybettiği oyuncakların ganimet niyetine keşfedilmesi. Yaratıcılık şayet hiç olmayanı var etmek demek ise, aksine, ara sokaklarda göğün tepesinden yerin dibine kadar ne olduğuna bakmak, yani keşfetmek niyetiyle aramak; bir davranış biçimi, bir tutku olarak yerleşti. Değişiyordu tabii, her şey gibi çevre de mütemadiyen değişiyor. Şehir eskidikçe yeni olan da hayalin harabeleri olmaktan öteye gidemiyor. Eskiye özlemle bakılıyor olmasa da yeniden de bir medet umulmuyor, umulamıyor. O halde bir “şimdi” kalıyor geriye, kalan ne ise hep geçen zamanda zayi olan bir şimdi. Neticede bir yere varmayan sürekli bir yürüme hali ve ara sokaklarda kaybolurcasına zihnin girdaplarında kaybolmak. Sebebi bu olmalı ki hiç pastoral kent manzaraları boyamamışımdır. Şimdi ironik olan, bunları yazarken dünü anlatıyor olmamdır. 

“Figür denilince akla çoğu zaman insan biçimi gelir. Halbuki içinde hiç insan figürü bulunmasa da mesela bir iç mekân resmi de figüratiftir, kırdaki bir ağaç resmi de.” 

Ne çok kamyon resmettim, bir o kadar da elektrik direği ve sokak lambası, dibini aydınlatan. Figür denilince akla çoğu zaman insan biçimi gelir. Halbuki içinde hiç insan figürü bulunmasa da mesela bir iç mekân resmi de figüratiftir, kırdaki bir ağaç resmi de. Birtakım eşyaların tasvirleri, seyirciye, o mekânın karakterini; sokak mı yoksa salon mu olduğunu tarif eder. İçtiğim filtreli sigaraların kül tablasında tek tek söndürdüğüm izmaritlerini, “Medusa’nın Salı”ndaki insanların hallerini, duruşlarını taklit ederek kurduğum natürmorta bakarak yaptığım “Samsun’un Kül Tablası”; Gericault’nun resminin etkileyici romantik kurgusunun -insan duyguları ile izmaritlerin yer değiştirdiği- güne uyarlanmış espri kopyası olmuştu. 

Hakan Gürsoytrak, “Kül Tablası”, Tuval üzerine yağlıboya, 150×200 cm, “Hafriyat I-II” serisinden, 1996.

Tuvalin kadrajına sınırlar oluşturacak şekilde sıkıştırarak taşıdığım modern yapı kütlelerinin iki boyutlu geometrisinden, – ki bugünlerde bunlar “eser” olarak telaffuz ediliyor – yani otobanların, köprülerin, viyadüklerin arasında, içinde, üstünde ve altında, sabahın köründe, E5’te işe gitmek için bekleyenlerin, adımlarıyla çimenler üzerinde açtıkları patikalardan bahsediyorum. Nohut pilav arabasının kendine haslığından. Dükkân olan birinci katın üstüne sıvalı ikinci katın gelmesini; tuğla duvarlı katın balkonundan sarkan halının yanındaki çanak anteni; üstündeki katın beton alınlığını; seneye yükselecek ilave katın filizlerini taşıyan binaların yamuk mimari geometrisini emsal almayı hayal ettim. 

Hakan Gürsoytrak, “Otobanda”, Tuval üzerine yağlıboya, 80×200 cm, 1995.

İkonografi zaten ilgi alanımda idi: Yazılar, tabelalar, afiş ve grafitiler, sokak levhaları, peynir tenekesinden çıkan park edilmezler, amblemler, flamalar, piktogramlar, işaretler… Dada sokakta! Kamyon ve sokak lambaları. Gazete sayfaları, haber fotoğrafları bu yaklaşıma oldukça yakıştı. Bunların yanı başındaki “imza”nın da bunlar kadar ikonografide yer alacağını öngörerek, basılı bir haber fotosu yorumunun üstüne kendi imzamı yerleştirmedim. 

Küçük figür kullanmayı ve tuvallerin ebatlarını da içindeki figürlerin büyüklüğüne göre seçmeyi hesapladım. Büyük ebatlı olsa da küçük gözüken, yani dolayısıyla seyirci üzerinde baskı kurmadan davetkar olan işlere dönüştüler. Bahsettiğiniz cazibenin bu davetten kaynaklandığını tahmin ediyorum. Mükemmellik ve cazibeyi kendi resimlerimi tarif ederken kullanmadım.

“Sergilerde bir köşeye çekilir, resme bakanları seyrederim. Resmin tamamının algılandığı bakış noktasından, resmin yüzeyine doğru, bazen burunlarının ucuna kadar ileri geri nasıl hareket halinde olduklarını gözlerim.”

Fotografik nesnelliğe ulaşmak istediğim bir iki iş yapmaya çalıştım ama olmadı, olamadı. Beceremedim. Düz boyamayı da beceremedim. Yaptıklarımın mükemmelliği değil de beceremediklerimin acemiliği daha çok cezbetti ve yönlendirdi. Yapıp, bozup, tekrar yapmalar. Hataya yer vermek. Anlık oluş, akıl dışı ve absürt, saçma neticeler. Bir diğer taraftan da tuvallerde bazı yerler tamamlanmamıştır; hep bir yarım bırakılmışlık hali ve belirsizlikler vardır. Bazen mekân soyutlaşır bazen de figür silikleşir, sadeleşir ve parçalanır. Hem mekânda hem de biçimde hız ve hareket, an’a dair zaman fikri oluşturur. İzleyici de hatırladığı kadarıyla bilir, belleğinde zamanın ve mekânın imgeleri ile örtüştüğü kadar tamamlanır, yani resim izleyicinin kafasında tamamlanır. 

Sergilerde bir köşeye çekilir, resme bakanları seyrederim. Resmin tamamının algılandığı bakış noktasından, resmin yüzeyine doğru, bazen burunlarının ucuna kadar ileri geri nasıl hareket halinde olduklarını gözlerim. Resimdeki yanılsama mekânın, yani tuvalin de içinde bulunduğu gerçek mekândan bahsediyorum. Nitekim, “Buzdolabı”, “Vitrin”, “Phis-kos Serisi”, “Halı” ve “Hatırsaz Tayyare” bu düşüncenin uzantısı mekân düzenlemeleri oldular. “Buzdolabı”nda tuvalleri ellerine alabildiler; “Phis-kos”ta seyirci ile göz göze gelindi fakat “Tayyare”de İstanbul semalarında seyredildi; arkadaşlarım, dostlarım veya oradan geçen herhangi biri, resmin içine girerek kendi fotoğraflarını çektirdi. Her dostumu kadrajımın içine taşıyabildim. “Warnament” (Harb-i Bezeme) dediğim Halı’nın ise üstüne, yan yana çökülerek afiyet ile sofra kuruldu.

<b>Diyarbakır, Lokal Cennet - Detay</b>

Hakan Gürsoytrak, “Buzdolabı”, Yerleştirme, “Local Cennet” sergisinden, Diyarbakır, 2006.

<b>Etsu Tavuk</b>

Hakan Gürsoytrak, “Buzdolabı” yerleştirmesinden detay.

Mıntıka diye tarif edilebilir, sözlükten yaşam alanı çıkmıştı. Sizin sorunuzda olduğu gibi nasıl ki bir tuvalin pentüründen sosyal bir meseleye çıkış yapıldı ise ortak düzenlediğimiz “Hafriyat” sergilerinde de yan yana paylaştığımız benzeri fikirlerle kurulan sergi duvarlarından çıkılarak ortak birtakım sosyal alanlar oluşturulabildi. Hafriyat Karaköy’de, bu alan bir zemin, platform emsali diğerleriyle paylaşıldı. Ardından, “Ateşin Düştüğü Yer”, “Yüzde Yüz Barış”, “Zaman Aşımı” gibi sosyal içerikli sergilerde yer aldım, düzenlemelerinde çalıştım. Hala dostlarla ortak sergiler düzenlemeye devam ediyoruz. Ara sıra da “Hata” yapıyoruz.

Zaman içinde evrilen değişik varyasyonlar uygulasam da kabaca attığım ilk kat boyadan kademeli yamalar ile yonta yonta hem mekânı hem de biçimleri resmediyorum. Ya hesaplı başlangıçlar oluyor ya da rastlantısal girişme halleri. Bu durumlarda müzik ise vazgeçilmez; soyut ve mekâna hâkim, akan ve elle tutulamayan zaman ve ritim. Bir nevi esrime hali, kendinden geçiş, cezb kökünden geliyor cazibe. Biraz da ruh haline bağlı, müziğin kolayca yönlendirebileceği. Sürüşlere dayalı darbeler, ifadeler taşıyan izlere dönüşüyor. Karakter değiştirme, bürünme, yerine geçme gibi konunun gerektirdiği sürüş hallerini de kastediyorum. Atmosfer. Soyut resmin nefes aldığı pencereler, birbirini öne ve arkaya iten yüzeyler. Bazen bir duvar, tıkalı yüzey, diğer bir zaman da astardan üstümüze doğru saçılan bir kütle veya tül kadar hafif bir şeffaflık veya laubali bir terk ediş. Üst üste vura vura rengin içindeki ışığı aramak. Koyudan koyuya, açıktan açığa, renkten renge ışığı resmetmek. Gölge ve ışık oyunları. Mekân ve biçimler arasında tuvalin astarından aldığım ters ışığı özellikle çok severek kullandığımı da söylemeliyim.

Bazen çok yoğun, kalıcı bazen gelip geçici, bir anlık. Temas ile gelen izler. Hatanın bulduğu yer. Kabarmış boyalar, dökülen sıvalar arasından sızan bir ışık, elinin tersi, avucun kenarı ile yapılan kısa hareketler ile atılan tuşlar. Bazen bir uzaktakine el sallayan bazen de olması gereken mesafeye geri iten. Yama yama eklenen, etrafında ne varsa içine dahil eden tuşlar. Atölyenin içini ileri geri kısa adımlarla dışarısına doğru yürümeler. Belki de dans. Biçimlerin somut hallerinden türeyen bir soyutlama değil bu değindiğim, çizginin içini renklendirmek de değil; bunun, üst üste boyamak, soyuttan somuta doğru yol alan ifadecilik veya dışavurum olduğunu söyleyebilirim. Konunun gerektirdiği sürüş halleri diye tarif ettiğim bir nevi huzursuzluk veya keyfin, bu haletiruhiyenin; resmin alt katmanlarından gelerek gittikçe somutlaşan evreler ve imgelerin belirginleşmesi. Önceki katlarda yaptığım jestlerin, elime aldığım o fotoğraftaki imaja benzemesi için kısmen kapatılarak yeniden yapılması. Son katta foto grafik aklın çizgisi tarafından örtülen boya katmanlarının ve öznel ifadelere karşılık gelen bireysel jestlerin, anlatımın gereğine feda edilişidir. Fotoğrafa bakış, bu keyfiyetin dizginlenmesi demek olurken kimi tuşları, sürüşleri, boya katmanlarını pencereler diye tarif ettiğim nefes alan yüzeyler olarak bırakıyorum. Kendime dair olanı, boya katmanları arasına gömüyorum. Pencerelerle sakladığım yüzeyleri, çok katmanlılığa ve dolayısıyla kişiliğin farklı hallerine dair yaptığım vurgular olarak görüyorum. Hele son katlarda değişen müziğin ritmi ve duygusuyla detayları, sanki başka birisi yaparmış gibi işliyorum. Yeri geldiğinde özellikle figür grupları arasında, farklı anlatım dillerini devreye sokuyor; kütlesel biçim ile yüzeysel iki boyutlu biçimleri, dışavurumcu ve soyut deformasyonları, şeffaf çizgiselliği, karikatür veya çizgi romandan gelen illüstratif yaklaşımları, artistik modelaj ile yan yana kullanıyorum.

Hoş, bugünlerde bir çift terlik alırken bile müzik moduna sokuluyor müşteri insanı.

“Her gün bir koltuk altı günlük gazeteyi toplar, bir köşede bekletir, sonra da elime makası alır ve sayfaları tarardım. Gözlerim parlar; saatlerimi, günlerimi harcarım. Hatta bazılarını paket kâğıdı yapılmış gazetelerden buldum çıkardım.”

Tren geçiyor, penceresinden bakıyorum. Kitabım, defterim, kameram, vagonum restoran, masamda biralar. İstanbul, Ankara, Eskişehir arası git, geller. Paris Sıkıntısı, Ankara Garından kalkıyor; Nazım’ın Haydarpaşa Garından ise Meram Ekspresi. Merkezi taşraya, taşrayı merkeze bağlıyor. Penceresinden kadraj çekiyor, durmadan fotoğraflar akıyor. Makara yettiği kadarıyla çekiyorum, Hızlandırılmış Tren icat olunana, facianın öncesine kadar… Bunların arasından dört albüm analog fotoğraf ise “Bina” ismi altında “İmalat Hatası”nda sergilendiler.

Her gün bir koltuk altı günlük gazeteyi toplar, bir köşede bekletir, sonra da elime makası alır ve sayfaları tarardım. Gözlerim parlar; saatlerimi, günlerimi harcarım. Hatta bazılarını paket kâğıdı yapılmış gazetelerden buldum çıkardım. Eskisi kadar olmasa da hala gazete sayfalarından kestiğim fotoğrafları, saman kâğıdı sayfalara yapıştırarak biriktiriyorum. Bu sayfadan kopuk halleriyle alt yazılarından kurtulup farklı okunmalara da açılmış oluyorlar. Konularına göre tasnif ederek dosyalar halinde saklıyorum. Benim için bir nevi bulunmuş nesneler. Zaman geçtikçe çoğaldılar ve böylelikle bir arşiv de oluşmuş oldu.

“Meydan”ı sormuşsunuz: En uzun çalışmam oldu diyebilirim; on yıl evvelinden niyetlendim ve yan yana gelecek üç tane tuval hazırladım. Tekel direnişinin ardından ayakkabı kutusunda topladığım arşivi çıkardım; çizmeye, üst üste, yan yana yerleştirmeye, daha doğrusu yığmaya başladım. Acele başladım, dört yıl sonra yolda bitti, iğne ile oya oya. Detaylarının tamamlanmasını ve okunurluk kazanmalarını istedim. İnternetten bakarak indirdiğim, özellikle aradığım gösteriler de oldu. Başka ülkelerdeki gösterilere de yer verdim. Bir dönem işçi sınıfı ve eylemlerinin tarihçesini oluşturdular. Bu imajların sonunun gelmediği sürekli aktığı bir damar var. Taksim’de izin verilmiş olan iki 1 Mayıs kutlamasında şahit olduğum coşku ve neşe aklımdaydı. Arşivdeki bazı gösteriler, acıklı anmalar şeklinde; kavgacı. Bazıları da köy seyirlik oyunlarının şehre ve eylemlere dönüşmüş hali; oldukça barışçıl. Gezi’nin öncesinde başlamıştım ancak sonrasında bitirebildim. Yukarıda kalabalıklardan bahsederken anlatmaya çalıştığım karşılıklı geliş gidiş hali ya da kuyrukta bekleşenlerin oluşturduğu dağınık sıralar gibi de değil.  İçinde farklı eylemlerden, gösterilerden toplanmış parçalarla düzenmiş bir “kitle” resmi oldu.

<p>Tuval üzerine yağlıboya<br />220x495 cm 2014</p>

Hakan Gürsoytrak, “Meydan”, Tuval üzerine yağlıboya, 220×495 cm, 2014.

Pieter Bruegel’in, “Atasözleri” veya “Çocuk Oyunları” resimlerinde bir sahnede birçok eylemi tasvir edişi aklımda idi. Eylemlerde ise meslek gruplarının çeşitliliği ve art arda dizilişleri, Şenlikname Alaylarını veya Surnâmeleri hatırlattı. Yalnız, bu sefer, sultanın önünden değil hak aradıkları meydandan geçiyorlar. Bu isimlerin arasında Cihat Burak’ı yad etmezsem hiç olmaz.

Sanatçıların, ressamların veya hikâye anlatıcılarının bir şekilde içinde oldukları çağın ruhunu taşıdıklarını; “Jan van Eyck buradaydı” örneği hatırlanırsa ressamın, bir çeşit şahitlik, bir duruma tanık olma halini üstlendiğini de görebiliriz. Gerçek ile bir alıp veremediği var sanatın. “Masumiyet” ve “Gemide” filmleri ile “Hafriyat”ın akran olmasının bir tesadüf olmadığını düşünmek istiyorum. 

Fotoğraf kullanarak, özellikle gazete fotoğraflarını kullanarak resmetmeye dair düşüncelerimi “Fotosentez” başlığı ile kaleme almıştım. Modern sanatta örneklerinin görülmesine karşın fotoğrafın taklit edilişi, doksanlarda, yüksek sanatın değerleri ile çelişiyordu. Yaratıcılık mitine ve ontolojinin “Sanat eseri biricik olmalıdır” önermesine aykırı kaçıyordu. Aradan geçen zaman içinde sanat, sosyolojiye yaklaştı ve arşivler, dönüşümün belgeleri olarak toplumsal bellek oluşturdular ve artık bu hafıza değer kazandı. Bu arada neoliberalizmin rant-kar odaklı azgın saldırganlığının ve süregelen bir yıkım ve yeniden imar hareketlerinin ise hala gündemimizde olduğunu hatırlatmaya gerek dahi olmadığını düşünüyorum. 

Sosyal medyalı günümüzde ise görüntülerin kaydedilmesi ve çoğaltılması, gündelik hayatın bir parçası. Sadece haberdar olunmuyor, neredeyse tanık da olunuyor. Bağdat’ın bombalanmasını veya uçakların İkiz Kulelere çarpma anını, mutfağımızdaki televizyondan izlemekle süregelen bir eşzamanlılık. Uydudan gelen sinyalin cihazınıza ulaşabildiği kadar kısa artık zaman. Bir koşuşturma içinde buharlaşan şeylerin saklanması demek oluyor hafıza.

Fotoğraf çekildiği anda nostaljik olan bir şey. Çeken ile modeli arasına mesafe koyan cam bir perde. Haber olunca bu mesafe daha da nesnelleşiyor. Kadraj yanıltıcı olabilse de fotoğraf belge niteliği kazanıyor. Vesikalık fotoğrafın resmiyetinden olmalı, sahiciliğine güvenildiği için inandırıcı da oluyor. Bir şekilde çekenin tanıklığı, izleyicinin tanıklığına taşınıyor. Bir başka tekrar ile resmedildikleri zaman, bu tecrübe de izleyiciye hatırlatılıyor. Küçük tuvallere boyanınca haber fotoğrafları ile daha çok benzerlik kurdular. Dolayısıyla haber olmuş öteki haber görüntülerini çağrıştırıyorlar. Hiç çıkmayan fısıltıları, haber olamayan olaylar gerçeğini de unutmadan, şöyle bir satır kenarına bırakalım. 

“Çoğunlukla haberin değil durumun peşinde oldum. Travmatik durumlardan kaçındığımı söyleyebilirim. Yer yer satirik detaylar eklemiş olsam da kara mizah, varsa şayet hiciv, baktığım fotoğrafın kendinde olan birtakım şeylerdendir.” 

Atölyelerde poz verdirilmiş modellerin, idealize edilmiş resimlerinin karşı kıyısında, haber fotosuna bakarak resmetmenin; Pier Paolo Pasolini filmlerinin oyuncu olmayan aktörleri veya Werner Herzog’un kendini anlatan insan belgeselleri ile kurduğu yakınlığı iddia etmenin; Andrey Tarkovsky’nin mıntıkasında atılan bir adım kadar tedbirli olunması gereken bir durum olduğunun farkındayım.

“Hır” sergisinde üçüncü sayfa haberlerini resmettim. Bir başka sergiyi ise verilmiş pozlar üzerine kurdum. Birçoğu, övünme sayfalarından toplanmış sahnelerdi. Sinemada kameranın şöyle bir gezindiği boş anların benzeri, çok sıradan kadrajları da resmettim. Saman kâğıdı ve tram birlikteliğinin kötü baskıdaki soyut belirsizliğini de sevdim ve hep ışık ile ilgili oldular. 

Çoğunlukla haberin değil durumun peşinde oldum. Travmatik durumlardan kaçındığımı söyleyebilirim. Yer yer satirik detaylar eklemiş olsam da kara mizah, varsa şayet hiciv, baktığım fotoğrafın kendinde olan birtakım şeylerdendir. Bunu siz yaptınız demek için. “Sadece tekrar ediyorum” ben demek içindir. Ele alma tarzının ise görüntüden kaynaklandığından bahsetmiştim. Konuya göre boyamak, mecbur kaldığım yalnızlarım oluyor. Acımak insanidir lakin işte bu yüzden, içinde gizli saklı bir tatmin ve üstünlük emaresi taşır. Sakınırım. “Acıya göz katmak.” Darda olanın, sıkıntı çekenin halini tarif ederken kullandığım, Ali Ekber Çiçek’in türküsündeki sözleri, meğerse duymak istediğim gibi duymuşum. Her temsil hakikati saklayan perde gibi hakikatin örtüsüdür. Şayet işaret eden bir şey ise resim, parmak ucu; işaret edilen şey değildir. Geceye de yastığa da ihtiyaç yok aslında, aklına gelmesi için başın ellerin arasına alınmasına da. Vicdan bu, mecbur ediyor. Omuzların üstünde bir taş gibi taşınan, tepenin eteklerinden dağın tepesine doğru. Tekrar ve tekrar yuvarlanan kaya misali sırtlanıp.

Kamusal alan denilince nedense gözümün önüne parklarda minik çitlerle çevrilmiş yeşil alan resmi geliyor, üstünde yasaktır yazılı beyaz metal bir levha olan. “Kamu Görevi” resmi ise neredeyse bu imgenin tersi oldu. Ortası bomboş, tüm figürlerin sadece kadrajın kenarında bir bordür oluşturduğu, modern bir kamusal alan resmiyeti diyebilirim. Cetvel işi diyorlar; minyatür sanatında çizimin kenarlarına tezhipler çizilir. Saray sanatı yaldızlarının eksik olduğu, çarşı ressamlarının sadeliğinde. Sanırım bu resim, iktidar için ideal olan kamusal alanı tarifi ediyor. Sadece görevlilerin bulunduğu, hiyerarşik bir karşılama töreni. Resimlerin konularını anlatmayı tercih etmiyorum. O fotoğrafları, altyazılarından çoğunlukla koparıyorum. Habere dair bilginin, seyircinin hayaline müdahale edeceğini biliyorum. Muhakkak ki, Hrant Dink’in anısına çok daha güzel resimler yapılabilir. Bu resim ise cinayetin ardından gazetede çıkan bir haberin fotoğrafından yapılmıştır.

<p><strong>Kamu Görevi</strong></p><p>150x200cm</p>

Hakan Gürsoytrak, “Kamu Görevi”, 150×200 cm, “Malum” sergisinden, 2013.

Tek ve merkezi figürden vazgeçince resmin konusu değil ama kahramanı yitiriliyor ya da herkes kahraman olmaya başlıyor. Bir liderden çok insana ihtiyaç duymak gerekiyor diyecek iken insanın kendine özgü tuhaflıklarını hatırlamadan, insani olandan şüphe duymadan edemiyorum. İnsanın, kendini, evrenin merkezi olarak görmesindense bir parçası olduğuna inanmasını, nafile, bekliyorum.

Bahsini ettiğiniz Venedik Bieanali’nde açtığım kişisel sergiye hazırlanırken arşivden bulduğum fotoğrafta şüpheci bir karakter çıktı karşıma; boyarken sohbet ettik, bir tesisatçı abim. Karakolun kuburuna atılmış işaretli paraları çıkarmak için lağımı patlatmış, elinde fosseptikten bulduğu Dolar paralarını tutuyor ve bize bakıyor. Orada ne düşündüğünü, aklından nelerin geçtiğini tahmin etmek hiç de güç değildi. Onun bir kahraman olduğuna karar verdim. “Kıllanan Adam”ın çayını ve astronotunu da ilave ettim kadraja. Çizim ile ilk temasım çizgi roman ile olmuştur. Karikatürün bu toplumun ortak belleğinde mühim yeri var. Bu resimde karikatür ile kurduğum bağı da ifade etmek istedim. 

<b>Kıllanan Adam</b><br/>Tuval üzerine yağlı boya, 61 x 70 cm - 2003

Hakan Gürsoytrak, “Kıllanan Adam”, Tuval üzerine yağlıboya, 61×70 cm, 50. Venedik Bienali, “Alaka” sergisinden, 2003. 

İroniye gelemedik bir türlü, eskisi kadar gülemediğim içindir. Büyük adamların ciddiyetsiz bulduğu, ne erkeğe ne de kadına yakışmadığını iddia ettiği gülmek, gerçeğin sertliğine karşı direnen neşenin işaretidir. Mağrurun, asık suratlarının ardında sakladıkları kimlik, Charles Baudelaire’in de tarif ettiği gibi, maskeleri düştüğünde görünecek olan hakikatlerinden duydukları endişedir. Takım elbise, kravatın ciddiyetinde saklanamayan gülünçlükleridir. Trajedi, drama ve ironi birbirlerine çok benzer çelişkilerden beslenirler. Soren Kierkegaard’ın, Sokrates’in savunmasında gördüğü trajedi değil, ironi olmuştur.

Mizah, mizacın muzip olması ile ilgilidir. Durum komedisinden, yani bir başkasının düştüğü zafiyetten, küçük düşürücü durumdan kendine pay çıkararak böbürlenmek ve ötekini aşağılamak şeklinde alınan bir haz değildir. Biraz da iğneyi kendine batırma, yeri geldiğinde kendini de alaya alabilme becerisidir. Baskıcı toplumlarda nefes alınmasını sağlayan hava cereyanıdır mizah. Mizaha dair ince ayrımlar ile dilimize ne çok kelime ve kavram sinmiştir. Orta oyunundan edebiyata, günlük konuşma dilinden nükte ve fıkralara, halk öykülerinden karikatüre, gelenekten moderne, mizahın derin bir külliyatı mevcuttur. Meşrutiyet dönemi çizgi karakterlerini, yetmişlerin komedi sinemasında tekrar canlandırabilmiş bir toplumsal belleğe sahip olunduğunun farkında olmak gerekir. Hacivat ve Karagöz ikilisinin birbirlerinden farklı fakat yine de birbirlerini tamamlayan, sonlarının da sultan tarafından kellelerinin vurulmasına varan beraberliklerini şöyle bir düşünürsek; bunun, zonta-entel ayrışmasıyla belirginleşen ve nihayetinde tek bir saldırgan kimliğin gişe yapan icraatlarıyla toplumdaki kutuplaşmada gelinen sertleşmenin göstergesi olduğunu pekâlâ görebiliriz. Kara mizah eleştiridir; bu eleştiriye olan tahammülsüzlük, neşesi kaçmış bir toplum olmaktan, daha doğrusu olamamaktan başka bir şey değildir. Şimdi bir gülmek gelecek fakat sinirden gelecek. 

Geleneksel toplumdan modern topluma geçişteki kültürel şizofreninin de işaretidir. 

Sıklıkla gazete sayfalarına, kentin tabelalarına yer veriyorsunuz çalışmalarınızda. “Yalan Dünya” ve “İşimize Bakalım” sergilerinizdeki birçok yapıt bu duruma örnek olabilir. Bu çalışmalar hazır bir imgeyi yeniden üretiyor gibi görünse de adeta gündemin kaydını tutuyor ve fotoğraftan çok daha başka olarak kendi dilinde birer belgeye dönüşüyor. Tatlı tatlı unutturmuyor, hatırlatıyor birçok şeyi bize. Gündemle olan temasınızdan, kentle kurduğunuz ilişkiden bahsedebilir misiniz?

Gündem sormuşsunuz, ne denebilir ki? Size bu satırları yazdığım günlerde izliyorum. Ne orada alevlerin arasında kalan canları kurtarmaya çalışanların yerini tutar ne de taşa dönmüş kaplumbağayı geri getirir. Bunlar telafisi mümkün olmayan acılar, üzüntüler. Kalbimiz de mi taşa dönsün? Süzüle süzüle gömülüyor gönlümüze. Unutmak istenmese de bir sonrasında gelen gündem, bir madde daha ilave ediyor, rutin oluyor şaşırmak. Çocuklar panzerleri eziyor, bisikletleri ile. Kayıtsızlık, vazgeçmişlik, en fenası da alışmak bunlara. Bu mesafeyi ifade etsin diye gazete fotolarından yapılmıştı resimlerim. Bozulan makineyi değiştiriyorum. Akşam yemeğe çıkıyorum. Aldığım yeni pervanenin montajını yapıyorum. İki gündür ellerim ucuz plastik kokuyor. Bir zamanlar kullanılmış plastikten yapılmış Çin oyuncakları gibi kokusu yanık. Yüzünü güldürmüyor; avuntu, şaka kaldırmıyor. İronisi kaçıyor hayatın. Fondaki matkap mütemadiyen. Telafisi olmuyor; biriktiriyor, içimizde tutuyor, dayanışmaya çalışıyoruz. İzlerinin, seneler sonra bile çıkmaya devam edeceğini öngörüyorum. 

Yaşam mühendisliği ve algı operasyonları.

“İşimize Bakalım” orjinal reklamını, atölyemin duvarında asılı tuttum bir müddet. Aklıma gelen fikrin toplayıcılığına geçiyorum. Niyet biriktiriyorum. Yüksek sanattan göz alınır da bakış, alt kültürlere çevrilirse karikatürün yanı sıra sayılan ilk maddelerdendir pop kültür. Bunların arasında hem grafik görsel tasarımları hem de slogan metinleri ile reklamlar üzerine düşünmek kayda değerdi. İki tane büyük boyutlu, tam sayfa gazete reklamları gibi düzenlediğim işi, oldukça maceralı atölye sürecinde tamamladım: “Size Düşünecek Şey Kalmadı” ve “Umut Ettiğiniz Değil”. Sergi için seçtiğim reklam sloganlarından bir metin oluşturdum. Hayali Bile Güç!

<p><b>Hayali Bile Güç</b><br />210 x 153 cm</p>

Hakan Gürsoytrak, “Hayali Bile Güç”, 210 x 153 cm, “İşimize Bakalım” sergisinden,2007.

Bir sanat eseri nasıl bir gelecek fikri önerebiliyorsa piyasa da yaşam öneriyor, hem de hemen, şimdi. Sosyal medya Life Style, vitrinler, pasajlar arzu uyandıran şeyler. Bir ömre kaç telefon sığar ya otomobil? Yan masadan dinlenen sohbetler. Marka ve projeler gündemi oluşturuyor. “Yeni” bir tabu. Modern bir tabu. Modern ancak modernist değil. Her gelişim, her değişimin açıldığı kapının manasının; “Yeni”nin etrafı ile ilişkisine bakıldığında, çoğu kez ne kadar trajik neticeleri olduğunun hakkını vermek gerekir.

“Doğa, gerçek gündemini yüzümüze çarpıveriyor. Bizler ve çevre için değerli olanın, hakikaten ne olduğunu belirleyecek kendi gündemlerimize ihtiyaç var.” 

Sputnik uzaya çıktığından beri dünya bir küre ve etrafı uydular ile çevrili. Düşünsenize bir, İpek Yolu falan artık cihazınızda. Çin’de bir kızın saniyenin onda biri ölçeğinde bastığı kart karşılığı aldığı ücretle ürettiği ürün, mesela bir çanta, dünyanın öbür ucunda kızın yıllık maaşından kat be kat fazla bir fiyatla satışta. Klasik iktisatta fiyat ve ücret; emek, sermaye çelişkisi üzerinden belirlenir. Bu teoride sabit, değişmez kabul edilen tüketici tercihleri, değer fonksiyonun içinde aktif hale gelmiş. Marka değeri, pazarlama stratejileri, tüketimin manipüle edilmesi üzerine inşa edilmekte. Pasajlarda bahsi geçen, kalburüstü vitrinlerde, AVM’lerde sergilenen, reklamlarda sloganlaşan ve nihayetinde önerilen yaşam biçimleri gündemi oluşuyor. Arzunun inşa edilmesi diyelim. Hayat mühendisliği, algı operasyonlarıyla tercihlerin tetiklenişi ile meşgul projeler var. Bildiğimiz piyasa kuralları işte, o kadar egemen ki, bahsetmenin, artık sanki Don Kişot’un değirmenlerinden bir farkı kalmıyor. Ne var ki Dünya, bu yaşam tarzını kaldırmıyor. Bu yaşam tarzlarının, insan ve çevresine olumsuz etkileri ortada. Doğa, gerçek gündemini yüzümüze çarpıveriyor. Bizler ve çevre için değerli olanın, hakikaten ne olduğunu belirleyecek kendi gündemlerimize ihtiyaç var. 

Nereden nereye! Az gelişmiş ülkelerin dış ticaret politikaları, o ülkeler için önerilen gelişme modelleridir ve darbenin ardından da öncelikle bu politikalar değiştirilmiş; 24 Ocak kararlarının uygulamasına geçilmiştir. Dünya pazarına artık açılınmış, global ekonominin parçası olunmuştur. Her türlü eşya ve nesnenin ulaşılabilir olduğu bolluk dönemine geçilmiştir ki kredi kartına global müşteriyizdir artık bugün. Gücü oranında, her yerde prestij imal eden marka nesnelerle dolu vitrinler, kenarda köşede ise fason imalatlar. Aidiyet duygusuyla havada uçuşan çatallar. Bunlara mukabil bir pop kültür de yerine oturmuştur. Lafı kültür endüstrisine getirmeye çalışıyorum. Akademisi, festivali, fuarı, bienali derken yazarı, çizeri bu sektörün içinde. Sanatı seviyoruz. Hem izlemeye hem de icra etmeye ihtiyacımız var. Sanatı bu kadar yüceltirken bir yandan da unutmayalım ki sanat paraya yakın olmayı sevmiş, güç ve iktidarın çevresinde olmuştur. Büyük ustaların işlerinin, saraylarda yapılan sipariş resimler olduklarını da hatırlayalım. Sıkıntı içinde çile çeken sanatçıların hayat hikayeleri popüler olsa da yaptıkları çalışmalar, bu aura, şimdi bu işlerin mülkiyetini elinde tutanlarındır. Balkonlar ve localar velhasıl başını nereye çevirsen irili ufaklı, uzunlu kısalı, kelli felli, napolyonvari, antuanetimsi, memeli, pipili, açık, kapalı, gizli, saklı iktidar odakları mevcuttur. 

Atölyenin duvarında asılan o sıfır, bembeyaz, boş tuval ile iş bittiğinde; alınan, verilen emeğin karşılığı, ortaya çıkan artı değer, ressamı da üretenler sınıfına dahil eder. Verilen yüzde kesildikten sonra elde kalan; en azından, yapılan bu uğraşın yapılmaya devam edilmesini sağladığı kadar akşam paylaşılan o sofraya konan dolu tabak kadar da olmalıdır. Biliyorum ki yüzyıl sonrasının insanı da kendi sanatını icra ediyor olacaktır. Aşk yoksa hayatın anlamı nedir. “Sine amore, nihil est vita.”

“Kente bakmayı seçtim, tamam, fakat bu bahsi geçen kültürün yapay doğasından da gözümü ayırmak istemedim.”

Eskilerin pek muteber tartışmalarından biridir: Sanat, sanattan mı öğrenilecek yoksa doğadan mı? Elbette sanatın kendi kuralları içinde hala yapılacak şeyler var. Lakin, hayır doğa gözlemi gerekiyor denirse mesela insan vücudu, ölü doğalar, kır, deniz kıyısı veya kent dersen benim içinde bulunduğum doğa; kentin merkezi, varoşu, sokağı, hızı, ışığı, perspektifi, inşaatı, binası, müziği… Anılar, tabi ki şehrin hafızası; imgenin çevreselliği, ekolojisi. Bir de tabi kentin de getirdiği bir ağ var. Şimdilerde bu muhakkak ki net, etrafı kuşatan içinde haberin de olduğu bir başka yapay doğa daha var. Mütemadiyen ekranlara, imajlara bakıyor; birtakım işaretleri okuyoruz. Kültür hiç bu kadar görsel olmamıştı. Sadece film ve fotoğraf değil; yazı mesela ne kadar görsel. Tabelalar, grafikler, piktogramlar… Sürekli bu digital ikonografinin içinde, arasında ezberlediğimiz görsel kodları dolduruyoruz. Kente bakmayı seçtim, tamam, fakat bu bahsi geçen kültürün yapay doğasından da gözümü ayırmak istemedim. 

Bu kadar laf kalabalığının, fikir ve düşüncenin arasında yanı başınızdan pata pat diye, aksak ritim bir mobilet geçer. Süsleri püskülleri, çıkartmaları, selesi… Resmini yapasın gelir. Her zaman fotoğraftan çalışmadım. Bu sefer, bire bir yaptığım, mobilet süren bu figürün, sokakta resmi taşıyacak kamyoneti beklerken fotoğraflarını çektim. “Yalan Dünya”, Münih’te açtığımız “Hafriyat” sergisidir. Resmin yanı sıra karşılıklı sergilemek için resme modellik yapmış Mobylette marka mobileti de taşıdım Almanya’ya. Eskişehir’den aldığım mobilete, aynı markanın ismini vermesi de yerinde bir tesadüf oldu. Tuval yüzeyinden gerçek mekâna doğru yayılan işleri yapmayı denediğim başka bir çalışma oldu. Gelinciğini de eksik etmedim. O da ambalaj kağıtlarından bulduğum bir motif. Buluş yerine keşif yapmayı tercih ettiğimi söylemiş miydim? 

<b>Mobilet</b><br/>Detay 2

Hakan Gürsoytrak, “Mobilet”, 198x 151 cm. “Yalan Dünya” sergisinden, 2004.

Hem “Buzdolabı” hem de “İşimize Bakalım”; gazetelerin, dergilerin alışveriş sayfalarından türediler. Dolu buzdolabı da, hoş, hayal olduğu için sevilen bir hayal idi. Şasilerimi de kendim yaptığım için artan çıtalardan bir sürü tuval hazırlamıştım. Bazısı yumurta boyunda, bire bir üzerlerindeki imge ile aynı boyuttalar. Taşıdığım her yerde bulduğum başka bir buzdolabında sergilendiler. “Değer” üzerine yaptığım bir başka sergi de “Temiz Eller” oldu, “Resimli Phis-kos Geçidi”… Mağdura değil de mağrura çevirdim gözümü. Dokuz tuvalde ikişer figürü seyirciye bakarak dedikodu yaparken resmettim. Spekülasyon ve spekülatif değer üzerine “Kısa Devre” isimli bir metin de yazdım. “Buzdolabı” ve bu sergiyi kapitalist gerçek ya da gerçekçilik diye tarif edebilirim. Geleneksel sanatlara, halk sanatlarına, el işi ustalıklara olan ilgi sonucunda Metin And’ın “Gölge Oyunu” işe yarar fikir verdi: Göstermelikler ve kuklaların ters ışık alan, içeriden ışıklı halleri. Biraz da Yazılıkaya’daki kabartma figürleri düşündüm. Takım elbiseliler, kravatları süslü, desenli. Boş, beyaz fonları, asıldıkları duvarda erimelerini sağladı. Üstümüze üstümüze geliyordu imgeler. Buzdolabının içinden galeri duvarlarına çıkılmıştı. Öyle dokuz tuvali sokakta yürütmeyi de planlamıştım. Levent, Maslak, Taksim, Beyoğlu, Fındıklı ve bir Cuma çıkışı Süleymaniye. Olmadı, hayalde kaldı. Adalara bile giderdik. 

Hafızadan bahsederken, geçmişten bugüne kalmış toplumsal belleğin ne olduğuna dair bir merak ile birtakım araştırmalara verdim kendimi. Minyatür sanatı, halk resmi, resimli hikayeler, nakışlar, cami ve konak duvarlarındaki resimler ve dahası. Şehir hatları vapurlarının camaltı resimlerini yaptım. Bu nesneler, imgeler, halk sanatı ve kitsch arasında dolaşırken tekrar fotoğraflar çıktı karşıma. Seyyar sokak fotografçılarının çekimlerine arka plan olması için yapılmış çizimler, nakışlar ve resimler arasında özellikle şehir manzaraları ilgimi çekti ve bunlardan esinlenerek yukarıda anlattığım İstanbul semalarında seyreden “Hatırsaz Tayyare”yi yaptım. Bazıları elle renklendirilmiş ama çoğunluğu siyah beyaz fotoğraflardan, göçüp gidenlerin temaslarının mevcut olduğu, sahipsiz kalmış miraslarından toplanmış bir başka arşiv daha oluşmuş oldu. “Vaziyet Planı, Fi tarihinden Manzaralar” ismi ile hazırladığım sergide bakışımı 1940 ve ‘50’lerin İstanbul’una çevirdim. Bu sefer Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir tur dolaşarak şehrin hafızasına bakmaya çalıştım. Bu yıllar bilirsiniz İstanbul’un geçmişinin üzerinden dozerler ile geçilerek tarlalara açılan modern bulvarların yıllarıdır: “Şehzadebaşı” ve Belediye binası, “Barbaros Bulvarı”, “Vatan ve Millet Caddeleri ve Luna Park”, “1. Levent-Ulus, Saadet Blokları”, “Gezi ve Yoğurtçu Parkı”nda yan yana yürüyen kadınları sonradan resmederek seriye ilave ettim. 

Bugünlerde çeşitli şehirlerde yaygın heykel anlayışını gördükçe Ortaokul Coğrafya ders kitaplarındaki yöremiz haritaları ile turistik broşürler geliyor hatırıma; hafıza nasıl da kitschleşiyor. Neye bakarsanız ona benzemeye başlıyorsunuz. Nasıl bir geçmiş olduğu varsayılırsa gelecek fikri de ancak onunla orantılı olarak kurulabiliyor. Üstü örtülü kalmış olanın inkâr edilmesi ise bir sonraki neslin omuzlarına terk edilen yük demeye geliyor. 

Çalışmalarınız fotoğraf temelli ortaya çıkıyor genellikle. Ancak 2015 tarihli “Kara/Gece Devriyesi” sergisinde yer alan çalışmalarınızda doğrudan görme biçimimizi gösteren bir yaklaşım söz konusu. Bu çalışmalarla birlikte fotoğrafla olan ilişkinizin biçim değiştirdiği söylenebilir mi? Bu sergide ve öncesinde fotoğrafla kurduğunuz ilişkiden, fotoğrafı kullanma biçiminizden bahsedebilir misiniz? Neler değişti ya da neler aynı kaldı?

Işık! Fotoğrafın çektiği şey ışıktır. Benim desenimde ise hep bir ters ışık oldu. Füzen ile saman kağıdının arasındaki gerilim, zıtlık, çizimlerde içeriden gelen ters ışık etkisi yarattı. Yıllarca bu etkiyi boyaya taşımakla uğraştım. Gazete fotolarını sevmemin bir nedeni de bu olabilir. Bir yandan fotoğraftaki biçimlerin üzerine gelen mesela yandan gelen ışık, bir yandan da tamamının ardından gelen ve biçimleri resmin yüzeyine doğru iten ters ışık. Televizyonda böyleydi.  Digital nesnelerin tamamı kendileri birer ışık kaynağı ama aynı zamanda gösterdikleri imajın ışık kaynağı farklı. Bir de parlak yüzeyde gördüğümüz yansımalar var, bizden ekrana yansıyan. Suretinin, laptopun tozlu ekranında görünmesi. 

Işık ile gölge, açık ile koyu zıtlıklarını nasıl da sevdim. Çok sık kullandım, kullanıyorum. Koyuların içinde koyu ışıklar aradım; açığı ise astarın kendi ışığından bazen renkle almak istedim. Işığın içindeki ışık, karanlığın içindeki karanlık ışık. Karanlık ve aydınlığa verilmiş manalar, çağlar boyunca, çok temelden, hatta içgüdülerimizden gelen şeyler. Işık ve gölge hayal görmemizi sağlıyor. Açık ve koyu ise yapı kuruyor. Her ikisinin de içine çekme özelliği var. Uzak ve yakınlar. 

Yapay ışık resimleri yaptım bir müddet. Konusu eğlence hayatı olan “Köşk” isimli sergiyi kurdum. Bunlar için de fotoğraflardan faydalandım ve biraz da gözlemler yaptım. Sinema salonu gibi yapay ışık kaynağının olduğu yerlerde; gece kulüpleri, diskotekler, iç mekanlar, bahçe, otoban, sokak lambaları gibi dış mekanlar ya da hareketli görüntüde ışığın titrek izlerini taklit ettim. Zıt renkleri de kullandığım renkli bir seri oldu. Bir taraftan da ters ışık için yapılan deneyler oldular. Sonra biraz daha karanlık sokaklar, gece ve karanlık kuytulardaki sesler, dalgalar, taşlar, kuytudan bakılan karanlık. Akşamın loşluğunda seyreden bir arabanın arka penceresinden gelinen yola yönelen bir bakış. Gece ile yapay ışığın bir araya geldiği birbirini takip eden iki ayrı seriyi resmetmiştim. 

<p><strong>Çesm-i Siyah </strong></p><p>2015 Tuval üzerine yağlı boya - 165 x 220 cm</p>

Hakan Gürsoytrak, “Çesm-i Siyah”, Tuval üzerine yağlı boya, 165×220 cm, “Kara” sergisinden, 2015. 

Bir gece sokaktan eve, atölyeye döner gibi döndüm yıllar sonra tekrar karanlık resimlere. Başlangıçta yaptığım işlerde geceye has, biçimin siluetini yalayan zarif ışık hatları vardı. Gittikçe bu ışıklar kapandı, söndürdüm onları. Geceden ve yapay ışıktan farklı olarak karanlığın resimleri olmalarını istedim. Bu yüzden sergiyi “Kara” diye adlandırdım. Gece devriyesi, karanlığın sokaktaki güçleri veya bir uykusuzluktan kalkma hali olarak da hikâye edebilirim. Bir sosyal okumaya yönelir, içinde bulunulan günlerin karanlığına da dem vurabilirim. Geceleri aydınlatanın, yani karanlığa hükmedenin, gündüzün de hükmedicisi olduğunu söyler; karanlık ne kadar boş ise hükmedenin de başıboşluk olduğunu söyleyebilirim. Yeraltı güçlerinin hâkimi olduğu türden bir başıboşluk. Karanlıkta üstümüze çöken ağırlık kadar serin bir hafiflik. Masamın üstünde ise Sami Baydar’ın şiiri yazılıdır; “Dünya” ve onun acısı üstüne çöker, içine siner. Goya’nın şahidi olduğundan hiç de az değildir bugün dünyanın kötülüğü.

“Konulu ve anlatımcı resimler yapmama rağmen kendimi temalaştırdığım iş çok azdır, daha fazla saklamak isterim kendimi.”

Bu serinin yalnız fotoğrafını çekmek değil baskısı da zor yapılıyor, doğrudur. Cihazlar zorlandı fakat yeterince pozlar ve beklerseniz tabi ki karanlıkta bile fotoğraf çekilebilir. Sonradan yapılabilecek digital oyunlar sayesinde imajları iyice karartabilirsiniz. Bu da tabi ki serinin okunma biçimlerinden biridir ancak temel meselem fotoğraf çekimi ile ilgili değildi. Şimdiye kadar dış mekanları, sokakları resmetmişken bu seride çoğunlukla iç mekân ve atölyemin resimlerini yaptım. Hakikaten bir karanlığa ulaşmak istediğim için o zarif ışık halelerini kapatmak, fonu mümkün olduğunca karartmak gerekti. Bir yandan da ton skalasının yüzde üçüne mukabil gelen bir dinginlikle uğraştım. Atölyenin gece aydınlatması, parıldamalara sebep olduğu için çalışma saatlerimi değiştirmem, geceden feragat etmem gerekti. 

<p><strong>Masamda Bir Dünya</strong></p><p>2015 Tuval üzerine yağlı boya - 110 x 130 cm</p>

Hakan Gürsoytrak, “Masamda Bir Dünya”, Tuval üzerine yağlı boya, 110×130 cm, “Kara” sergisinden, 2015.

Karanlıkta kaldığınızda göz bir müddet sonra içinde bulunulan karanlığa alışıyor, kendini muazzam uyarlıyor ve yavaşça orada nelerin olduğunu ayırt etmeye başlıyor. Hele bir de orada bulunanları elinle koymuş gibi biliyorsa, orada olanı, olması gerekeni arıyor. Olması gereken, orada olmasa da aramaya devam ediyor. Gözün değil zihnin kendini içinde olunan koşullara uyarlamasıdır bu. Karanlıkta görmek isteyen göz değil zihindir. İnatla belirsizliğin belirlenmesini bekler, görmek istediği görünür olana kadar arar durur. Umut sabrı öğretir; kader de vardır içinde keder de. Olması gerekenin, olmayan varlığının arayışının sürdürülmesi, umudun aldatmacasına, kandırmacasına dönüşür. Hiçe yakındır olan ile olmayan arasındaki seyrüsefer. Hiçbir iz dahi yoksa gördüğün yalın sade bir hiçtir bu, hiç.

Konulu ve anlatımcı resimler yapmama rağmen kendimi temalaştırdığım iş çok azdır, daha fazla saklamak isterim kendimi. Dışa bakan bakış içe döndüğünde görülen, görünemeyen üzerinedir karalar. Umut ile hiç arasındaki keder. İfade etme mecburiyetinde olduğum, kişisel bir yasımın ifadesidir. Orada olmadığını, olamayacağını bildiğim bir yokluğun yad edilmesidir. Olmayan ise artık şiire yakındır.

Tuval üzerine boyanın ısrarcı uygulayıcılarındansınız ama bu ısrarcı dilin bazı çalışmalarınızda sergileme biçimiyle birlikte başka bir alana yerleştiği görülüyor. “Bozdolabı” çalışmanızdaki ve “Mobilet” çalışmanızdaki sergilenme biçiminden, “38” serginizde kullandığınız malzeme ve boya ilişkisi üzerine fikirlerinizden söz edebilir misiniz?

Yaptığım hemen her sergide çoğunlukla bir sonraki sergide ne yapmayı düşündüğüme dair bir iş yapar, kendime takip edeceğim ipuçları bırakırım. “Kara” sergisinden sonra ise kaldım ve durdum. Işığın bu sönüşü nihai noktaya tekabül etti. İyi ki niyet biriktiriyorum, kendi kendine oluyor rekabet. 

Çizim ve çerçeve arasını dolduran paspartuyu bir araya getirerek, desen ile paspartunun sınırlarının ortadan kalkmasını sağlayan bir seri iş tasarlamıştım. Ortasından kadrajı hazır kesilerek çıkartılmış, hatta kenarlarında zamk lekeleri ile terk edilmiş, çoğunluğu öğrenci işi olan mukavvaları, desenlere hazır paspartu olarak kullandım. Paket ve kasap kağıtları, süslü, desenli ucuz ambalaj kağıtları ve kartonları da kullandığım için bir kelime oyunu yaparak “Desenli Sergi” diye adlandırmıştım. Desen, paspartu ve çerçeveyi kolaj yolu ile bir araya getiren bir ikonografi arayışı içindeydim. Buna göre ikonografi; resmin de üzerinde işaretler bulunan bir nesne olduğu bilgisine sahip olmaktır.

Gündemin tekmelerini tekrar etmek yerine kendi gündemimi korumayı, mesela kırmızı ile turuncuyu düşlemeyi isterken, bakışımı yine tüketim toplumuna çevirmiş buldum kendimi. 

İki karış boş bir arsa bulunsa sekiz katlı bina dikilsin isteniyor. Her tabela komşununkinden daha büyük olma arzusunda. Boşluk korkusu demek “Horror Vacui”. Aksine tesir ile her ne kadar kalabalık resimler yapmış olsam bile artık sade işler yapmak gerekiyordu. Eşya ile kurulan ilişki demek kültür. Taklit edilen biçimler yerine nesnelerin kendilerinin kullanıldığı bir seri hazırlayarak yanılsama mekândan, gerçek nesnelerin olduğu mekâna dönüş yapmayı istedim. Festival filmi çekimi yapmak gibi şey fuar sanatı, bazı deneyler yapmaya fırsat sağlıyor. Seri imalat endüstri ürünü mukavva karton kutu parçalarını; çevrelerinden kopuk, parçası oldukları bedeni, kendi işlevlerini unutmuş soyut nesneler olarak, ikisini üçünü yan yana koyarak, arkası bez ile kaplı şasi benzeri konstrüksiyonlar üzerinde sergilemeyi tasarladım. Bezin sade fonunda kendi oturaklı ağırlıkları ile yerçekimine mukabil öylece durup durdular. Böylesini, oldukları gibi olan biçimlerin nesnel soyutluklarına müdahale etmeden korumak istediğim için seriyi “38” olarak adlandırdım. Bu halleriyle aslı ile taklidinin birbirine karıştırıldığı bir yanılsama oyunu olan “Trompe-L’oeil” ile şaşırtıcı benzerlik kurdular. Fakat aynı zamanda, asıl mühim olan; basit nesnelerin mevcut geometrisinin, kent mimarisi, inşaatlar ve yanı başlarındaki eski yapıların varlığına dolaylı çağrışımlar yaparak bağlanmış olmaları oldu. Bana kalan ise bu manzara ile münazara etmek. 

“Nesne ile olan ilişkiler vesilesiyle gerçekle olan temasları düşünüyorum; bir hayale götürüp oradan kendi banal gerçeğine düşüren şeyleri. Hayal ise arzulardan geri kalanları, arzu ise de hayallerden ibaret olanları kurguluyorum.”

Serinin devamını “İstif” isimli kolaj sergisi ile getirdim. Kolaj kendine göre neşesi olan keyifli yer değiştirmelerdir; birbirine yakışanların yan yana gelmesi kadar hiç orada olmaması gerekenlerin de kendilerine saçma da olsa münasip bir yer buluvermeleridir. Bir odanın altı duvarını birden bir çizimde görebilmek için o kutuyu açmak, iki boyutlu hale dönüştürmek gerekir. Bunu, akıl ile yapılan bakış yöntemi mümkün kılar. Yani bilinen, ayakta duran, göze dayalı çizgisel perspektif uygulaması yerine zihne dayalı, farklı görme biçiminin kullanılması demektir. Küpün kanatları açıldığında, yani kutu parçalarına ayrıldığında, önümüze saçılan iki boyutlu biçimler, modern teoride, mekânın derinliğini kuran yüzeyler olurlar. Pratikte ise bu yüzeyler, istifini yaptığım nesnelerin ikame edilerek vaziyet aldıkları yuvalar oldular. Modern sanatın gerçekliğe alternatif olarak tasarladığı soyut mekân ve biçimlerin, somut sıradan, banal nesneler ile yer değiştirmesi fikri üzerine kuruldu “İstif”. Seri imalatın ürünü olan bu nesneler, bir yandan mekanik aklın izlerini taşırken, diğer taraftan da kullanılmaktan deforme olmuş, temas ile gelen izler neticesinde olduklarından başka karakterlere de bürünen şeyler oldular. Hem modern endüstri toplumunun yaşam vaatlerinin hayaletlerini barındıran hem de verdikleri tatminin ardından vazgeçilmiş ve artık, atık olmuş vücutlar. Kurşun kalemin kırık ucu. Şey, eşya, nesne. İnsan, bunların gizli öznesi, zira eşyasız bir hayatın mümkünatı yok. Milano Mucizesi. Bu şeyler, bir araya gelerek oluşturdukları hülyalı topluluklarda, rüyalarda olduğu gibi soyutluktan somuta, iç mekanlardan dış mekanlara, arzu, hayal ve vaatlerden aksi tesirlerine seyrüseferler izlediler. Kadrajın gridlerinde, nesnelerin mekanik yapısı, benzeri irili ufaklı biçimleri çağrıştırdı. Yeri geldi iç mekânlar kırlara, dış mekanlar ofislere, apartman katlarının lüks konforlarından yatak odası mahremiyetine, binalara, sokaklara veya oda ve pencerelere hem iç mekâna hem de dış mekâna dönüştüler. 

Hakan Gürsoytrak, “İstif”, Mukavva üstüne kolaj, 35×50 cm, 2018.

Mukavva kartonlar, ambalaj kağıtları, ilaç kutuları, kasap kağıtları, düğmeler, iplikler, bilumum tuhafiyeci dükkânı zerzevatı, tırtıklar, pırtıklar, yaldızlar, kısaca tırt olan şeyler ve şeycikler; sıradan ve kaba sabalar ancak gerçek şeyler, eşya ve nesneler… Gölgeleri var. Göze göründükleri kadar dokunma hissi ile de temas kuruyorlar. Bir efsane olan geri dönüşüm palavrası ile bir alakaları yok. Onları dönüştürmeden, oldukları gibi, kaçındığım ressamca müdahalenin en aza indirgenmiş haliyle yani tek başlarına, anlamsız kendiliklerini muhafaza ederek kullandım. Fotoğraf detayları, teknik çizimler, karalamalar, notlar, biletler, baskılar ve kullanma kılavuzu talimatları, modern işaretler, bunların arasındaki yerlerini alınca, seyirlik oldukları kadar okunan işler de oldular. Hikayeleri müphem, muğlak ve çok odaklılar. Kesinlikle muazzam değiller. Makyajları silik ve albeni noksanılar. İzmaritler, kunduralar, etiketsiz deterjanlar kadar tanıdık ve bilindik işler.

<p>63 x 72 cm<br />Tüyap Sanat Fuarı<br />2016</p>

Hakan Gürsoytrak, “38” sergisinden, 63×72 cm, Tüyap Sanat Fuarı, 2016.

Nesne ile olan ilişkiler vesilesiyle gerçekle olan temasları düşünüyorum; bir hayale götürüp oradan kendi banal gerçeğine düşüren şeyleri. Hayal ise arzulardan geri kalanları, arzu ise de hayallerden ibaret olanları kurguluyorum. İşi bittikten sonra terk edilen eşyayı, hapsolduğu kavramın yüceliğinden nesneyi sökerek terapiye göndermeye yelteniyorum. En basit eşyadan, bir çorba tası ve kaşıktan başını soktuğun odaya, yastığa, yolunda yürüdüğün şehrin sokağından hayalini kurduğun mallarla dolu mağazalara, soyut kurumlardan insanlar arası hukuka, kamusal olandan devlet kurumuna, birer eşya olarak tasarlanmış nesnelerle inşa edilen kültüre, medeniyet çöplüğüne bakmaya çabalıyorum. Şok edici şaşırtıcılıklardan kallavi sloganlara değil; bunlar daha çok reklamcılık işidir, siyasetin, hayat mühendisliğinin işidir; onlardan geriye kalan bilumum çirkinliklere yöneliyorum. 

İçine ne varsa dahil etme özelliği olan bu serginin, eksik kalmış olan dört köşeli kadrajlardan koparak mekâna yayılması ise ihtimalin devamına ertelenmiştir. Sevindiğim; sevgili Evin Hanım’ın da neşesiyle gelerek bu sergiyi de izlemiş, bizlere iştirak etmiş olmasıdır.

Savaşların muzafferleri, kazananlar, tarihlerini vakanüvislere haliyle methiyeler ile yazdırıyor, çizdiriyorlar. Ellerin zarafetini anlatan başka bir tarih daha mevcut: Toprağa tohum bırakan, kaldırım basamağına taş koyan, abdestine ibrik tutan, buhara kömür, kilime ilmik atan, sandala ise kuş konduran. Sevgilinin dilinde türkü, mezarlarında bir taş, altında toprak, tırnak içinde “sıradan insan” diye genel bir tanıma sahip insanların hikayelerinin; tarihin geniş geçmiş zamanında, ancak iki asırdır, edebiyat, şiir, resim, müzik, tiyatro, oyun ve sinema biçimleriyle anlatıldığı yüklü bir külliyat daha var. Gerçekçilik oldukça genel bir tanım, çoğu zaman kaybedeni oldukları Devrimler ile yazdırdılar bu insanlar külliyatlarını. Umutları kadar hayal kırıklıkları da oldu. Buradan gelen iç sesin monologlarına kulak veren ise tabi ki sanattır. Sancılı modern fakat bu çabaların neticesidir; hem vatandaş hem de müşteri olarak kurumların karşısında kazanılmış olan haklar. Bu çağda inşa edilen piramit; tabanı çok geniş bir tepe, zirvesi ise çok daha dar; paylaşım dengesizliğinin işareti.

Sosyal dediğimiz alan ise biçim kuran modern aklın inşa ettiği kurumlar oluyor. Devlet, hukuk, ekonomi, ticaret, mülkiyet, sağlık ve psikoloji, eğitim ve tabi ki sanat. Çağdaş sanat tapınakları kadar gündelik hayatın tasarımı da var, fabrik tasarım nesneler var. Kurumsal modernizmin inşa ettiği sokaklar, kentler, metro durakları var. Şimdi bu sıradan adamı, haliyle, bu sosyal alanda gördüğümüzde, onunla emekçi, memur, çalışan, aylak, lümpen veya görev duygusu yüksek bir yetkili olarak karşılaştığımızda, bu modern temaşanın kaçınılmaz olan çelişkileri var. Şüpheci hiciv ile nazar, eleştiri olarak tarif ediliyor. Resmim de ben de oralarda dolaşıyoruz. Memuriyetim ile akademik resim arasında kalmışlık hali benimki. Sosyal meseleler, hikayecilik bir yana; resimlerin alt metinlerinde soyut meseleleri, harika bir enstrümantal araç olarak resmin sadece kendine has maceralarını düşündüm, taşındım. Yüksek sanatın akademik evrensel değerlerinin arasına bir emekliyi, takım elbise ve kravatlı, bıyıklı komşularımı da yerleştirmenin ironik mecburiyetinin de hakkını vermeyi arzu ettim. 

<p>63 x 72 cm<br />Tüyap Sanat Fuarı<br />2016</p>

Hakan Gürsoytrak, “38” sergisinden, 63×72 cm, Tüyap Sanat Fuarı, 2016.

Hakan Gürsoytrak’a teşekkürlerimizle.

  • Sanatçı hakkında daha fazla bilgi için web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
  • Bu söyleşide yer alan fotoğraflar, sanatçının internet sitesinden izni ile kullanılmıştır.
  • Bu söyleşide yer alan tüm görsel ve yazılı içeriklerin hakları saklıdır. Kaynak göstermek koşulu ile alıntı yapılabilir. Fotoğraflar için lütfen sanatçı ile iletişime geçiniz.

Anlatılar Söyleşi Serisiyle ilgili daha fazla bilgi için tıklayınız.

Paylaş