Hüsnü Dokak
Yaşlı, yoksul ve kör bir adam öne doğru bağdaş kurmuş gitar çalıyor. Göremediği dış dünyaya kendi iç dünyasından yükselen samimi duyguları ile sesleniyor. Picasso’nun 1903 yılında yaptığı “Yaşlı Gitarist” tablosu, aslında, yaşlı adamın değil, 1900 yılında beş parasızken taşındığı Paris’teki ilk yıllarının kötü durumunun, maddi ve manevi yönden yaşadığı yıkıntı, yoksulluk ve sefalet dünyasının resmidir. Tıpkı, Dostoyevski’nin, George Orwel’in, Kafka’nın ve daha nicelerinin romanlarında yarattığı kahramanlar aracılığı ile kendilerini anlatmaları gibi, Picasso da yaşadığı olumsuzlukların neden olduğu karamsar duygularını, sembol bir figür ile kendi gerçeğini dünyaya duyuruyordu.
Çocukken yakalandığı kızamık ateşinin ağır etkilerinden olmalı ki Max Ernst, çok sevdiği kuşun ölümünü karabasana dönüşen rüyalarla tekrar tekrar görür. Bu olay, zamanla bilinçaltı dünyasının derinliklerinde unutulmaya terkedilir. Ta ki 1924 yılında, “Bir Bülbül Tarafından Tehdit Edilen İki Çocuk” resmini yapana kadar. Ernst, çocukların sınır tanımaz hayallerinden yararlanarak kendi geçmişi ile nihayet yüzleşir ve yaptığı bu absürd sahne ile yaratma eylemini tetikleyenin aslında bilinçaltı olduğunu, gerçek ve hayalin zaman zaman birbirleri ile yer değiştirdiğini freudyen bir yöntemle bize hatırlatmada bulundu.
Malevich, beyaz üzerine beyaz bir kare ile nesnesiz dünyayı inşa etmeye çalışırken duygularla geometriyi buluşturmayı, saf duygu veya algının üstünlüğü (supremacy) olarak düşündü ve öyküsel anlatımcılığı sanattan söküp atmamızı önerdi. Gerçeği, hikâye anlatmadan, yalnızca duygularla bezeli basit geometrik biçimlerle ortaya koymanın mümkün olabileceğini gösterdi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel boyuta ulaşan soyut dışavurumcu yaklaşımın kapılarını aralıyordu. Malevich’in önerdiği yeni gerçeklik, Mondrian’nın, Motherwell’in, Rothko’nun, Newman‘ın ve benzer nice sanatçıların savaş, ölüm, aşk, kısacası yaşama dair ne varsa, mistik düşünceler de dahil olmak üzere her türlü duyguların soyut bir dille sanatta boy göstermesine neden oldu.
Kuşun gözünden bakarak resim yapmak, 16.yy Hollanda janr ressamı Pieter Bruegel’in en belirgin ve başka sanatçıda olmayan bir kompozisyon tekniğiydi. Bu yöntem, derinlemesine verilen perspektifin, ağaçları, binaları, insanları ve dağları daha büyük çizmesine, dolayısıyla, gittikçe silikleşen ve küçülen figürleri daha ayrıntılı çizmesine olanak tanıyan harika bir teknik çözümdü. Ayrıca, teknik çözüm bulmanın ötesinde, kuş bakışı bakma yöntemi, Katolik dünyasının katı kurallarını reddeden ve o yıllarda Kuzey Avrupa ülkelerinde gittikçe yaygınlaşan Protestanlığın etkisi ile olsa gerek, Bruegel, hayatı yalın bir gerçeklikle resimleme arzusu içindeydi. Kendini yüksekte tutarak tanrı gibi yukarıdan bakan olmak istiyordu. Daha da önemlisi, resimlerinde evrenin Tanrı fikrine ihtiyacı olmadığını ve kendi gerçeği (yasaları) ile yoluna devam ettiğini çarpıcı ipuçları ile ortaya koydu. Nuri Bilge Ceylan’ın 2003-2012 yılları arasında gerçekleştirdiği “Turkey Cinemascope” serisi fotoğraflarının bazılarında kullandığı görüntüler neredeyse Pieter Bruegel’in kuşun bakışıyla aynıdır.
Orta sınıfın, yoksulların, işçilerin ve köylülerin yaşamlarını konu almakla başlayan gerçeklik serüveni, toplumun tüm katmanlarını kapsayan yeni tanım ve içeriklerle günümüze kadar güncelliğini korumayı başarmış durumdadır. Cebrail Ötgün’ün “İmaların Dokusu” isimli sergisi, gerçekliğin türlü dokuları ile yorumlanmaya değer durumundadır. Metafor yaratarak, bilinçaltından beslenerek, hayal gücünü kullanarak, en önemlisi de az nesne, az geometri, az renk ile nihilizmin gerçekliğini kabul eden bir tavır içindedir.
Bugün Pazar
Siyasi düşünceleri yüzünden kesintisiz 12 yıl hapis yattı Nazım Hikmet. Memleketinden uzak geçirdiği sürgün yıllarını da sayarsak eğer, ömrünün neredeyse yarısı kadarını özgürlüğünden mahrum geçirdi. Dört duvar arasında geçirdiği yılların ilk günlerinde, ilk şiirini “Bugün Pazar”ı Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevindeyken 1938 yılında yazdı. Hafızalara kazınan ve her türden mahkûm için aynı şeyi ifade eden;
“Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum”
dizeleri üzerinden geçen onca zamana rağmen “Bugün Pazar” şiiri hiç eskimedi. Eskimesi bir yana, bir türlü değiş-e-meyen siyasi ortamın monokratik tutumu şiiri sürekli güncel kıldı!. Bu şiiri Türk şiirinin başyapıtlarından biri yapan da siyasetin değişmeyen bu bakışıdır. Hal böyle olunca, özgürlüğe duyulan özlem asla eskimeyecek ve “Bugün Pazar” büyümeye devam edecektir.
Cebrail Ötgün’ün “Bugün Pazar” isimli resmi, Nazım Hikmet’in ilk cezaevi günlerinde yoğun duygularla yukarıda bir kısmı yazılı olan şiirindeki özgürlük tutkusunun bir kez daha gündemimizdeki yerini sağlamlaştırıyor. Bu resim, yalnızca Nazım’a değil, içinde bulunduğumuz domestik ağırlıklı siyasi gerekçelerle özgürlüklerinden mahrum bırakılmış tüm insanlara atfen yapılmış etkili bir resimdir.
Görsel 1: Cebrail Ötgün, “Bugün Pazar”, 2020, tuvale akrilik, talaş, 25×35 cm.
Nazım’a mimetik duygularla yapılsa da bu resim aynı zamanda, Cebrail’in geçmişine yapmak istediği yolculuğa açılan başka bir penceredir. Resim, Malevich’in önermelerine denk düşen sarı bir zemin içinde gökyüzü mavisi ile bezeli küçük mavi ve siyah bir kareden oluşuyor. Mavi kare, tekdüze bir yaşamdan daha renkli, daha canlı bir yaşama açılan özgürlük penceresidir. Kurduğu hayallerine kavuşmanın dayanılmaz ağırlığı ile büyüdüğü yerden bir an önce kopma arzusunu Nazım’ın dizeleri ile gerçekleştiriyor Cebrail. Gelenekten evrensele kaçışın resmidir. Hayalleri geleneklere sıkı bağlı bir çevrenin realitesinden çok daha mükemmeldir çünkü.
Hayatını hegemonya, sivil toplum, devlet- altyapı-üstyapı ilişkileri ve toplumda aydınların işlevi üzerine geliştirdiği Marksist teorilerle geçiren Antonio Gramsci’nin anıt heykelini 2013 yılında, yaklaşık dört yüz bine yakın Afroamerika ve hispanik kökenli Amerikan vatandaşının kulübe evlerde yaşadığı New York eyaletindeki Bronx yerleşim bölgesine diken Thomas Hirschorn’nun sanata bakış ile Cebrail Ötgün’ün bakışı arasında bu anlamda bir parelellik söz konusu. Düşüncelerinden dolayı uzun yıllar cezaevinde kalan Gramsci’yi ve Nazım’ı yapıtlarına konu etmesi bu benzerliği iyice pekiştiren post modern yaklaşımlardır.
Hirschorn, göçmen ağırlıklı şehirler olarak bilinen Minneapolis’e Baruch Spinoza’yı (1999), Kassel’e Georges Bataille’ı (2002) Avignon’a da Gilles Deleuze’u (2000) benzer düşüncelerle yerleştirmişti.
Kuşun Bakışı
Giritli mimar Daidolos’un oğlu İkarus’un öyküsü, insanoğlunun uçmaya ve özgür olmaya karşı duyduğu zaafını dışa vurmanın çok ötesinde, doğaya egemen olma arzusunu betimler. Ancak doğanın tek bir egemeni vardır ve egemen olmak isteyenlere bir yere kadar izin vardır. Bir ölümlü olarak ne kadar yüksekte ve alçakta uçması gerektiğini öğreten babasını dinlemeyen İkarus, kurallara uymayı reddettiği için yere çakılmaktan kurtulamaz. Çıkarılan ders şudur: Ahlaki kurallara harfiyen uymak zorunluluktur. Uymazsan sonu hüsrandır, yok olmadır. Neyse ki, sanatın doğası bu türden kurallara uymaya uygun değil. Herkes istediği kadar yüksekte veya alçakta uçabilir. Simbat gibi uçan halılar üzerinden veya Jules Verne’in balonu ile diyar diyar yolculuk edebilir. Cebrail de böyle. Diyar diyar kanat çırpmada özgürdür. Çocukken evin uzantısı olan ahırda beslediği kuşlarla kurduğu özel bir iletişim sonucu çocukluktan ergenliğe yaşadığı eve gökten bakmayı arzulamış olabilir. “Bugün Pazar” ve “Kuşun Bakışı” resimlerinde aynı vurguyu yapması, bilinçaltının derinliklerinde hep muhafaza ettiği kaçma hayalinin bir şekilde tetiklendiğini ve sanat yoluyla rastlantıdan gerçeğe dönüşmüşlüğünü kabul etmekten başka seçeneğimiz yoktur.
Mavi kare ile başlayıp uydudan bakılan Google haritalarındaki ev görüntülerine benzer biçimlerle geometriyi iyiden iyiye özgürlüğünün tanımında kullanıyor. Nazım’ın dizelerinin çağrıştırdığı özgürlük tutkusundan çok daha güçlü bir şeyler hissetmiş olmalı ki cesareti ile harmanlanmış asi ruhunu sessizce devreye sokuyor.
Görsel 2: Cebrail Ötgün, “Kuşun Bakışı”, 2021, tuvale akrilik, talaş, 90×110 cm.
Gergedanlar / Ben de Bir İnsan Olmaya Geldim
Cebrail Ötgün’ün Eguene İonescu’nun “Gergedanlar” yapıtından uyarladığı “Gergedanlar/ Ben de Bir İnsan Olmaya Geldim” eseri, serginin en çarpıcı yapıtıdır. Modül tekrarı ile yüzeye sıralı yayılan gergedan portrelerinden birinin yerine koyduğu ayna ile kitlesel gergedanlaşanların aksine sergiyi gezenleri insan kalmaya davet ediyor. Ionescu’nun gergedan figürü üzerinden popüler kültür, ahlak ve kitle hareketleri temaları ile yakından ilgili olduğunu ima etmeden açıkça ortaya koyuyor.
Kafka’nın ve Orwell’in yaptıklarına benzer İonescu, İkinci Dünya Savaşı öncesinde hızla Nazileşen yığınlar karşısında duyduğu şaşkınlığını üç perdelik bir tiyatro oyunu ile devlet-toplum-birey ilişkilerine dair düşüncelerini gergedan figürü üzerinden söylemektedir. Düşünceyi daha güçlü kılmak adına mecazi anlatımlarla belli mesajlar vermek amacıyla hayvan figürleri kullanma fikri yeni değil. Edebiyatın yanı sıra resim, heykel ve seramik örneklerinde de bolca var. Jeff Koons, Jan Fabre ve Damien Hirst gibi ilk akla gelen günümüz sanatçılarının hayatın sıradanlığını, ehlileşemeyen iktidarı ve gücü elinde tutanın samimiyetsizliğini hayvan figürleri ile anlattıklarını biliyoruz.
Cebrail’in “Gergedanlar /Ben de Bir İnsan Olmaya Geldim” resmi ile gündeminize yeniden girmesine izin verdiği ırkçı söylem, dil, edebiyattan resim ve heykele dönüşen sayısız eserlere çağrışımlar da yapıyor. İonescu’nun, Nazizmi hemencecik benimseyen yığınlara duyduğu şaşkınlık, Kara Walker’ın Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amca’nın Kulübesi” romanından uyarladığı bir seri anime resimlerle güncel sanatın en akılda kalıcı ırkçılığa duyulan nefrete dönüşüyor. 1852 yılı ile 1959 yılı arasında neredeyse değişen hiçbir şey yok. Yüz yıl geçmiş aradan ve aryan tutkularla üstün olma duygusunun verdiği haz üstünlük arzusunu kısmen başarıya ulaştırmış görünüyor. Üstün olduğunu iddia edenlerle üstün olduğunu kabul etmeyeneler arasındaki bu savaşın biteceği de yok zaten.
Görsel 3: Cebrail Ötgün, “Gergedanlar -E. Ionesco,ya-, Ben De Bir İnsan Olmaya Geldim”, 2021, tuvale akrilik, talaş, 134×195 cm.
Ayna nesnesine gelince… Resim sanatında en fazla kullanılan nesnelerden biridir ayna. Antik dönem Narcicssus söylencelerinden beri insana kendi gerçeği ile yüzleşme olanağı sunduğu için mi bilinmez, türlü gerekçelerle sanatın nesnesi olmaya devam ediyor. Ama, en dramatik aynalı resim sanırım MoMA’da 1987 yılından beri sergilenen Frida Kahlo’nun “Fulang-Chang ve Ben” (1937) isimli eseridir. Kucağında Fulang-Chang adını taktığı maymunu ile yaptığı otoportresinin yanına aynı ölçülerde çerçeveli bir ayna asılıdır. Geçirdiği trafik kazası sonucunda yatağa bağlı yaşamak zorunda kalan ve sanatını sürdürmek için yatağının çevresine yerleştirdiği sayısız aynalarla melankolik bir ilişki kurdu. Diego ile debdebeli sürdürdüğü hayatın verdiği hayal kırıklıkları da cabası. MoMA’da bu aynaya bakan herhangi anonim bir yüz Diego Riveria’nın yerini almıştır artık. Çok istemesine rağmen çocuğunun olmamasının yarattığı boşluğu Fulang-Chang ile doldurmasının yarattığı hüznü de buna ekleyebilirsiniz. Cebrail Ötgün’ün “Gergedanlar” resminde, kurgusu gereği sonsuz kere çoğalabilme olasılığına sahip gergedanlar arasında insan kalmaya kararlı olmaya çalışan birinin yüzündeki mutluluk Frida’nın hüznünü giderecek türdendir ama.
Ötgün’ün “Gergedanlar / Ben de Bir İnsan Olmaya Geldim” adlı eserinin evrensel yanı kadar yöresel yanı da var. Yalnızca bu coğrafyada hala ve sıkça kullanılan boyutu. Hallacı Mansur’un “Enel Hak”ına ve bu söze yaygınlık kazandıran Nesimi’ye değinmeden “Gergedanlar” resmine bakmanın resmin içeriğini tam anlamamak anlamına geleceğini düşünüyorum. İnsan özünde iyidir ve aslolan insandır. Sürü mantığı ile hareket edip düşünmese de dürüst ve ahlaklı olmak için doğru yol izlemese de insan öz olarak iyidir. Gergedanlaşmak istememesine neden olan da işte bu özdür. Bu mistik öğreti, İonescu’dan yaklaşık bin yıl önce hakikat olarak insanlığa sunulmuştur. Cebrail, Hallacı Mansur’u, Nazım’ın düşündeki özgür ruhun temsilcisi olarak görür ve her ikisine gösterdiği arzunun mimetiğini saygı (homage) mertebesine çıkarır.
Galak
1960’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkan, doğanın amorf/natüral nesnelerini kullanma fikri, gelmiş geçmiş en tutarlı hareket olarak tanımlanan hippi kültürü Çiçek Çocuklarının kır düşkünlüğüne ve barışçıl söylemlerine denk düşüyor. Dünya sadece insanlara ait değildi onlara göre. Tüm bitki ve hayvanların ortak yaşam alanıydı. Rolling Stone’un sudaki yuvarlak taş gibi evsiz olma düşü, yoksul sanatının (arte povera), arazi sanatının, performans sanatının, Fluxus’un ve yeni gerçekçilerin (nouveau realisme) düşleri ile bire bir örtüşüyordu. Her alanda bozulan dünyaya benzer alternatifler sunuyorlardı. Mario Merz, Pistoletto, Kounellis, Richard Long, Robert Simithson, Beuys ve daha niceleri taş, toprak gibi gerçekçi nesneleri sanatın nesnesi olarak görmeyi ve doğal ortamlarında işlemeyi sanat adına yeterli gördüler.
Görsel 4: Cebrail Ötgün, “Galaklar, Kirredeki Hayalet ve…”, 2022, kağıt hamuru, akrilik, çap, 165, yükseklik 190 cm.
Artık “Gerçekçi ol imkansızı iste!” diyen Çiçek Çocukları yok. Ama, tüm dünyaya bellettikleri ve Doğu felsefesinin temelini oluşturan “doğal ve gerçekçi” olma hayalleri devam ediyor. Ötgün’ün “Galak”ı, mutlak redciliğin temellerini atan 68 Kuşağı’nın savunduğu hayallere uygun, gerçekçi, doğal bir biçimdir. Rengarenk ve estetize edilmiş tezek görüntülerine rağmen “Galak”, kurutulmuş kağıt hamuru ile beylik biçim iddiasında değildir. Tıpkı eskimo yaşam kültüründen esinlenen Mario Merz’in 1968’de ilkini yaptığı taş, toprak ve kil ağırlıklı yarım küre görünümlü iglonun Romalı izleyiciye hissettirdiklerinin aynısını Doğulu felsefeyle bizlere yaşatmayı başarıyor.
Gerçek (real) ve doğal (natural) iki ayrı kavram olsa da yakından bağlantılıdır ve bazen birbirinin yerine kullanılır. Bunun nedeni, her ikisi de hayatı olduğu gibi anlatarak inandırıcı olma iddiasındadır. Ancak, gerçeklik ile natürallik arasında önemli bir fark vardır. Gerçeklik, birbirine yakın duran doğruluk, varlık, hakikat, dürüstlük gibi tümünün toplamı iken doğallık, hayatı neredeyse olduğu şekli ile temsil eder. Gerçekçilik ve natürallik arasındaki temel fark budur.
Cebrail Ötgün, artık eskisi kadar saf/temiz olmayan ve gün geçtikçe daha da bozulan bir dünyada alternatiflerin olabileceğine inandırıyor bizleri. “İmaların Dokusu” başlıklı sergisi, hayata dair gerçekliklerin her dokusunu, çocukluğunun geçtiği dünyada yeni ve cesur yaklaşımlarla sunuyor. Düşündüklerini, hissettiklerini ve gördüklerini güncel sanatın değer yargıları ile samimiyetin dünyasını inşa ederek hem de…