Söyleşi: Mehmet Yılmaz

HEYMİMRES: Nelik ve Kimliğin Diyalektiği

Söyleşi: Özgenur Geris

Sanatçı Mehmet Yılmaz ile 29 Nisan 2018 tarihine kadar Piramid Sanat’ta devam edecek olan “Heymimres: Nelik ve Kimliğin Diyalektiği” isimli kişisel sergisi ve aynı adı taşıyan kitabı kapsamında sohbet ettik.

1. “Heymimres: Nelik ve Kimliğin Diyalektiği” adlı kitabınız Şubat 2018’de çıktı ve aynı isimle açtığınız kişisel serginiz, Piramid Sanat’ta 29 Nisan 2018 tarihine kadar devam ediyor. Kitabın ve serginin hazırlık sürecinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Bu sergi,  çok katmanlı ve karmaşık bir sürecin ürünü. Görünenin altında eski, yakın tarihli ve güncel ilham kaynakları var. Sanatsal ve sanat dışı olguların diyalektik bir bileşimi söz konusu.  Kütle, hacim, yüzey, düzlem, boya, silikon, seramik, fotoğraf, video gibi araçlarla meydana getirdiğim biçimlerle farklı kimlikler arasında keyfî, tesadüfî ve kasıtlı ilişkiler kurmaya çalıştım.

Sergide 33 üç iş var. Bunların merkezindeyse serginin ana karakterini oluşturan ve Heymimres-1 (Bir Sanatçı ve Bir Gazeteci), Heymimres-2 (Bir Gey ve Bir Transseksüel) ve Heymimres-3 (Bir Lezbiyen ve Bir Homoseksüel) gibi adlar verdiğim üç boyutlu 13 çalışma yer alıyor. Bu 13 iş, iki yıllık bir çalışmanın ürünleri. Yapıt adlarının hem son zamanlardaki siyasal ve psikolojik atmosferle hem bu işlerden önce yapmakta olduğum dizi olan Arkadaşlar ile hem de o an kafa yorduğum kavramsal meselelerle bağlantısı var. Arkadaşlar, 2014’te başladığım ve ikili tuvallerden oluşan bir diziydi. Bu dizi içindeki resimlere de Bir Kürt ve Bir Türk, Bir Alman ve Bir Rus, Bir Katolik ve Bir Sünni gibi toplumsal ve inançlarla ilgili kimlikler üzerinden adlar vermiştim. Amacım, bir yandan boya ve dijital baskı üzerinden resmin “ne”liğini sorgulamak bir yandan da bizi saçma sapan bir yere getiren kimlik sorununa dikkat çekmekti. Bir Sanatçı ve Bir Gazeteci’yi de bu bağlamda iki arkadaş olarak düşündüm. Özetle Heymimresler, Arkadaşlar’ın içinden doğdu ve giderek bağımsızlaştı. Aslında, serginin ismine karar verirken Heymimres ve Arkadaşlar arasında bocaladığımı itiraf etmeliyim. Çünkü Heymimresler dâhil, işlerin büyük çoğunluğu arkadaşlık ve kimlik üzerinden adlandırılmış durumda. Ancak, icat ettiğim Heymimres kavramına dikkat çekmek için, sergi adı olarak Heymimres’i tercih ettim. Bu arada, başlangıçta planda yoktu ama 1992-2000 arasında yaptığım birkaç çalışmayı da dâhil ettim sergiye. Çünkü Arkadaşlar’ın yanı sıra onlar da sürecin eski tarihli damarlarındandı.

Kitaba gelince; bu sürecin son altı ayında, dizinin son işleriyle eşzamanlı çıktı. O da sürecin bir parçası. İşlerin yapım aşamalarını ve dizinin kavramsal boyutunu anlatıyor. Merkezde kendi sanatım olmakla birlikte zaman zaman çerçeveyi genişleterek “ben ve biz”, “tikel ve tümel” ilişkisine değinmeye çalışıyorum.

Asıl amacım, bir kütle ve hacim sanatı olan heykel ile bir yüzey (düzlem) sanatı olan resim arasındaki ilişkiyi irdelemekti.

2. Wittgenstein’a göre dil, ilk ve en önemli temsil sistemidir. Dil ile kendimize “gerçeklerin resmini” yaparız ve siz de Heymimres kelimesini yarattınız. Bu kelime sizin üretiminizin temsil şekli midir?

 Kitapta Wittgenstein’ın adı, Joseph Kosuth’un resim ve heykel konusuna bakışı bağlamında geçiyor. Kosuth, dil konusuna çözümsel bir öneri getirdiği için Wittgenstein’ı (özellikle de onun birinci dönemini) önemsiyor. Düşünürün, “Dili öyle bir kurgulamalıyız ki, hiçbir karışıklığa izin vermesin” diye özetlenebilecek bir önerisi vardı başlangıçta. Ancak sonradan bu görüşünden vazgeçerek “En iyi dil gündelik dildir” düşüncesine ulaştı. Kosuth’un Sanat Olarak Sanat gibi erken dönem dizileri onun “Dil ile kendimize gerçeklerin resmini yaparız” düşüncesiyle bağlantılı. Ancak resim konusunda, aynı şeyleri düşündüklerini sanmıyorum. En azından Kosuth resim derken painting (boyama) kavramını kastediyor. Oysa boya kullanılmadan da resim (yüzeyde sabit bir görüntü) oluşturmak mümkün. Bu da Kosuth’un çelişkilerinden biriymiş gibi geliyor bana. Kitapta, resmin “ne”liği ile ilgili ilk iki başlıkta buna değiniyorum.

Heymimres sözcüğüne gelince; bunu heykel, mimarî ve resim sözcüklerinden yola çıkarak uydurdum. Bu dizide bu üç disiplin arasındaki ilişkilere odaklandım. Asıl amacım, bir kütle ve hacim sanatı olan heykel ile bir yüzey (düzlem) sanatı olan resim arasındaki ilişkiyi irdelemekti ama bir de baktım, işin içine mimarî de girmiş. Bu, özellikle ilk üç Heymimres’te çok net biçimde görülüyor. Figürler birer kasanın, yani gerçek mekânların içindeler. Mekân (hacim) ise en başta gelen mimarî unsurdur. Dizideki diğer çalışmalar da heykel, mimarî ve resim sanatlarına ait özellikleri içeriyor. Ayrıca, sırf resim kavramını tartıştığım bazı tuvalleri de Heymimres kavramına dâhil olacak şekilde, grup olarak yerleştirdim.

 3. “Heymimres: Nelik ve Kimliğin Diyalektiği” kitabına baktığımızda bir sanatçının “eser günlüğü” yazdığını görüyoruz. Bu kitap için “eser günlüğü” diyebilir miyiz?

 Ben bir çeşit sanatçı kitabı diye düşünmüştüm ama siz istiyorsanız eser günlüğü de diyebilirsiniz. Her iki kavram da mevcut kitapta.

 4. Joseph Kosuth’un Art “After Philosophy” isimli bir metninden söz ediyorsunuz kitabınızda. Alıntıladığınız paragraflarda Kosuth heykel ve resmi “biçimci sanat” olarak adlandırıp süslemeciliğin temsilcilerinden sayıyor. Kosuth, “Biçimci sanatın sanat olabilmesi için ancak daha önceki sanat eserlerine benzemesiyle mümkündür” diyor. Sizce heykel ve resmi bu şekilde sınırlandırmak doğru mudur?

 Sanatın “ne”liğinin sorgulanması konusunda Kosuth’un metin ve çalışmalarının ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. Bana çok şey kattı. Ancak bu, onunla aynı görüşte olduğum anlamına gelmemeli. Yukarıda bahsettiğim gibi Kosuth resim derken boya ve fırçayla yapılan görüntüleri kastediyor. Oysa onlarsız da mümkün resim denen sanat türü. Kaldı ki bana sorarsanız, onun, üzerinde bazı açıklamaların olduğu siyah panoları da sözcüğün tam anlamıyla resimdir çünkü nihayetinde bir düzlem üzerinde bir takım sabit beyaz işaretlerden, simgelerden (yazılardan) oluşmaktadır. Ayrıca, kavramsal bir çalışma da pekâlâ süs olarak yer alabilir bir mekânda. Yine, onun “Biçimci sanatın sanat olabilmesi için ancak daha önceki sanat eserlerine benzemesiyle mümkündür” cümlesinden yola çıkarak “Kavramsal sanatın sanat olabilmesi için ancak daha önceki sanat eserlerine benzemesiyle mümkündür” şeklinde bir cümle kurmak da mümkün görünüyor. Günümüzdeki örneklere bakmak yeter.

5. Kitabınızda okuyucuya sorduğunuz soruyu size sormak istiyorum: Üzerinde insan görüntüsü olan bir fotoğrafı fırça ve boyayla bir başka yüzeye kopyalamak ile tamamen yazılardan oluşmuş bir gazete sayfasını fırça ve boyayla kopyalamak arasında ilkece bir fark var mıdır?

Yoktur. Nihayetinde, ister insan ister yazı ya da başka bir şeye bakılarak yapılmış olsun, ortaya çıkan ürünler boya ve fırçayla yapılmış taklit ya da kopyalarıdır.

Modernizm bize toplumsal, siyasal, dinsel, efsanevî, tarihsel ya da güncel olayların sanat dışı olduğunu, bunların sanattan kovulmaları gerektiğini, sanatın tek amacının öncelikle kendisi olduğunu söylemişti.

6. Sanatçı yaratım sürecinde sanatın özerk sorunlarının yanı sıra sanat dışı sorunlarla da ilgileniyor. Sizce toplumsal olayların sanatsal üretimdeki yeri nedir?

 Modernizm bize toplumsal, siyasal, dinsel, efsanevî, tarihsel ya da güncel olayların sanat dışı olduğunu, bunların sanattan kovulmaları gerektiğini, sanatın tek amacının öncelikle kendisi olduğunu söylemişti. “Sanat, sanat içindir” mottosu bunu özetlemekteydi. Hatta bazıları bununla yetinmeyerek her sanatsal türün mümkün mertebe diğerlerinden uzaklaşması ve en sonunda saf (arı, pür) hale gelmesi gerektiği gibi bir düşünceye odaklanmışlardı. Örneğin, resim bir düzlem sanatı olduğundan, kütle ve hacim yanılsamasından uzak durmalıydı. Karşılıklı olarak heykel de renk ve yanılsama tekniklerinden kurtulmalıydı. “Sanat, sanat içindir” düşüncesi, tabiri caizse “Resim, resim içindir”, “Heykel, heykel içindir”, “Şiir, şiir içindir”… gibi daha alt türlere kadar götürülmeliydi. Tabii, bu düşünce kuramda kalmıştır. Gerçek şu ki pratik asla teoriye göre akmaz. Yani sanat, “sanat olmayan”la; resim, “resim olmayan”la; heykel, “heykel olmayan”la her zaman ilişkisini sürdürmüştür. Bugün artık bu tip modernist ayrımları umursamaz olduk. Bir sanatçı, konu olarak bizzat sanatın kendisini ele alabildiği gibi siyaset ve toplumsallık gibi olguları da ele alabilmektedir.

Bir şeye sanat diyorsak sanattır, öyle diyorsak öyledir, en azından bizim için öyledir. Hatta Beuys’a sorarsanız; öğretmenlik, ev kadınlığı, doktorluk da bir çeşit sanattır. Bu da sanat denen şeyin doğrudan inançlarla ilgili olması demek. İnanıyorsanız sizin için öyledir.

7. İşçinin, köylünün, bankacının, ev kadının, çiftçinin yaptığı uğraşa diyoruz. Aynı şekilde sanatçının üretimini yaptığı fikre ya da nesneye de diyoruz. Sanatçının yaptığı işi diğer kişilerin uğraşlarından ayırt eden özellik nedir?

Zor soru. Sanatçının bizzat kendi elinden çıkmayan sıradan bir pisuara, bir şişe kurutucusuna sanat yapıtı (iş) diyoruz. Hadi, sanatçı pisuarı ters çevirerek imzalamış ve adına da Çeşme demişti. Ama şişe kurutucusunu, hiçbir değişiklik yapılmadan aynen önermişti. Bugün her ikisi (ve diğer kopyaları) farklı müzelerin ikonları olarak yerlerini almış vaziyetteler. Neden? Çünkü sanatçı, onları birer sanat yapıtı, birer olarak önermişti. Önce reddedildiler, ama kısa bir süre sonra kabul edildiler. Daha sonra, Duchamp’ın izinden giden Judd, bu durumu “birisi işine sanat yapıtı diyorsa, o bir sanat yapıtıdır” şeklinde özetledi. Bugün bu durum “birisi bir şeye sanat yapıtı (iş) diyorsa, o bir sanat yapıtıdır, bir iştir” şekline gelmiş durumda. Yüzyıllar sonra eski Yunanlıların anlayışına geri dönmüş gibiyiz. Onlar da her şeye, her uğraşa tekhne, yani derlermiş. Bu sözcüğün Latince karşılığı ise ars’tır. Batı dillerindeki art oradan geliyor. Arapçadan dilimize geçen sanat da köken olarak aynı anlama sahip. Sanatın çoğul hali sanayidir (Sanayi-i Nefise Mektebi’ni anımsayalım). Velhasıl bir olgu ve kavram olarak sanat hangi aşamalardan geçip bugüne gelmiş olursa olsun, o ilk anlamını bir şekilde hep korumuş. Sanatçının yaptığı işi diğer kişilerin uğraşlarından ayırt eden özelliği sormuştunuz. Bunun tam ikna edici bir yanıtı yok. Bir şeye sanat diyorsak sanattır, öyle diyorsak öyledir, en azından bizim için öyledir. Hatta Beuys’a sorarsanız öğretmenlik, ev kadınlığı, doktorluk da bir çeşit sanattır. Bu da sanat denen şeyin doğrudan inançlarla ilgili olması demek. İnanıyorsanız sizin için öyledir.

8. Heymimres serisine baktığımızda Marina Abramoviç, Bruce Nauman, Johnson Tsang gibi sanatçıların da bu seride yer alan eserlere benzer üretimleri var. Ahmet Oktay’ın “Her şair, başka şairlerin cesetlerini taşır içinde” sözünden yola çıkarsak imgeler dünyasında benzerlik olması sizce de olağan mıdır?

 Elbette, bu çok olağan bir durumdur. Benzerlikler, tarihin her döneminde olmuştur. Herkes kendi yolunda giderken demek ki aynı ya da yakın kavşaklardan geçebiliyor. Bu konuyu, kitapta “Benzer Meraklar, Benzer Biçimler” başlığı altında ele almaya çalıştım.

Beyaz ya da siyah, temelde işlevleri aynıdır. Buralar, yapıtların hapsedildiği, müşterilere satılmak üzere bekletildiği mekânlardır.

9. “Heymimres: Nelik ve Kimliğin Diyalektiği” isimli kişisel serginizde yer alan eserlerin ve sergi mekânının bir maketi bulunmakta. Bir nevi hapishaneyi andıran bu maket, fikrin ya da sanatın sınırlarını mı temsil etmektedir?

Heymimres-1 (Bir Sanatçı ve Bir Gazeteci), Heymimres-2 (Bir Gey ve Bir Transseksüel) ve Heymimres-3 (Bir Lezbiyen ve Bir Homoseksüel) adlı ilk üç işi yaptığımda bunların nasıl sergilenmesi gerektiği konusuna kafa yorarken olası bir sergi tasarlamaya karar verdim. Heymimres-6 (Maket Sergi) bu düşüncenin ürünü olarak çıktı. Sergiye üstten bakıldığında, kübik mekânlara bölünmüş günümüzdeki iş yerlerine benziyor. Bir çeşit yarı açık hapishane. Çalışanlar buralara kartlarını ya da parmak izlerini okutarak girerler. Davranışlarının sınırları bellidir. Her davranışları gözetim altındadır. Her şey matematik,  kurallara göre ayarlanmıştır. Çalışanların görevleri, patrona para kazandırmak, en azından değirmenin dönmesine katkıda bulunmaktır – bir çeşit ücretli ve gönüllü kölelik. Başarısız olan gider. Çağdaş iş yerleri olarak sanat merkezleri, galeriler ve müzelerde de sistemin temel mantığı geçerlidir. Bu mekânlara beyaz küp dendiğini anımsayalım. Şimdi bunlara siyah küpler de eklendi.  Beyaz ya da siyah, temelde işlevleri aynıdır. Buralar, yapıtların hapsedildiği, müşterilere satılmak üzere bekletildiği mekânlardır. Bu mekânları sevmeyenler açık arazilerde çalışmayı tercih ediyorlar. Eh, galeri ve müzelerle kıyaslandığında açık arazilerin daha özgürlükçü gibi göründüğü söylenebilir. Tabii onun da sınırları yok değil. Arazi sahiplerinden ya da devletten izin almak zorundasınız. Anlayacağınız, mutlak, ideal bir özgürlük söz konusu değil. Özür dilerim konuyu dağıttım. Özetlersem, bu maketi yapmaktaki asıl amacım, olası sergileme seçeneklerini görmekti. Hapishane ve sınır düşüncesi, maket bittikten sonra, ona bakarken geldi aklıma. Bir çeşit metafor.

Söyleşi: Özgenur Geris
Fotoğraflar için Mehmet Yılmaz’a teşekkürler.
Paylaş