“Tintoret, Bir Dehanın Doğuşu” Sergisi Üzerine

Venedikli ressamlardan Titien’in adını duymuşsunuzdur, peki ya Robusti ya da Tintoret?

Defne Tozkoparan

Her büyük şehrin bir karmaşası olduğu kadar büyüsü de vardır. Öyle ki “Yoruldum bu şehir hayatından, ufak bir sahil kasabasına yerleşeceğim” diyenlerin birçoğu, içinde olduğu şehri yine de terk edemez. “Ben tam bir şehir insanıyım!” klişesini de duymuşsunuzdur. Şehirler, insanoğlunun kendine yarattığı başka dünyalardır. Bir de şehirleşmenin getirdiği yalnızlık hissi var ki şairlere, yazarlara, yönetmenlere, ressamlara, müzisyenlere konu olmuştur. Paris’e ilk geldiğimde bu şehrin yalnızca yabancılara muazzam bir melankoli verdiğini düşünüyordum. Günün birinde Chopin ile ilgili olan bir çocuk kitabının sayfaları arasında Balzac’ın annesine yazdığı mektuplara denk geldim. Şu an o kitabım nerede bilemiyorum ama Balzac, büyük şehrin onda uyandırdığı derin yalnızlık ve kopukluk hissinden bahsediyordu. Doğma-büyüme Fransız olan ve hayatının büyük bölümünü Paris’te geçiren biri, üstelik de muazzam bir yazar, benim gibi yabancı bir öğrencinin hissettiklerini nasıl hissedebilirdi?  Bir yandan Paris onu besliyordu tıpkı seneler içinde beni de beslediği gibi.  Büyük şehrin insanları içinde bulundukları karmaşadan haz duysalar dahi arada durup nefes almak isterler. Şehirlerin de aynen böyle nefes almaya ihtiyacı vardır. Bahçeler ve yaratılan doğal ortamlar şehirlerin soluğudur. Bugün bu durak noktalarından birindeydim: Lüksemburg Bahçesi, orijinal adıyla le Jardin du Luxembourg.

Lüksemburg Bahçesi’nin Hikayesi

Bahçeye ve saraya bugünkü adını veren kişi Lüksemburg Dükü François de Piney’dir. 1600 yılında Fransa Kralı IV. Henry ile evlenen Marie de Médicis, 1612’de François Piney’e ait olan bu mülkü kendi üzerine geçirir. Fakat bahçe, Marie de Médicis’nin istediği gibi değildir. Çocukluğunu Floransa’da geçiren İtalyan kökenli yeni Fransa kraliçesi, bu alana Boboli bahçelerini andıran yepyeni bir düzenleme getirmeye karar verir ve Lüksemburg Bahçeleri böyle doğar. Ortaya çıktığı dönemde yalnızca kraliyet ailesi ve soylulara mensup olan bu bahçe günümüzde halka açık bir alandır. Koşuya çıkanlar, kitap okuyanlar, resim çizenler, yürüyüşe çıkanlar, ortadaki havuzda tekne yüzdüren çocuklar, yalnızca ayaklarını uzatıp gözlerini kapatarak şehrin orta yerinde yaratılan bu sessizliği dinleyenler, doğayı içine çekenler…

Ben de zaman zaman muhakkak uğradığım bu bahçede kitap okumaya çıkmıştım, biraz yürümek istedim. Lüksemburg Müzesi’nin önüne geldiğimde ise durdum. Kraliyet ailesine ait olan bu bina, zaman içinde farklı görevlere hizmet etmiştir: Kraliyet sarayı, kralın özel koleksiyonlarının sergilendiği kabine, sanatçıların eserlerinin buluştuğu bir galeri, ardından günümüz müzesi… Binanın tüm bu serüveni aklımdan geçerken bir afiş gördüm: “Tintoret, Naissance d’un Génie” yani “Tintoret, Bir Dehanın Doğuşu.” Kimdir bu deha? Öğrenmek için içeri adımımı attım…

Müzeye girer girmez ilk ilginizi çeken unsurlardan biri mimarisi. Oldukça eski bir geçmişi olan bu bina günümüzde modern mimari unsurlarıyla harmanlanmış, ancak eski dokusundan bir şey kaybetmemiştir. Sergi alanlarını büyütmek amacıyla 2012’de Enternasyonal Müzeler Birliği, iki önemli mimarı görevlendirir: Shigeru Ban ve Jean de Gestines. Daha önce Pompidou de Metz için bir araya gelen bu iki mimar 2012’de Lüksemburg Müzesi için bir araya gelirler. Bilet gişesinin ardında Shigeru Ban’ın imzası haline gelen, dönüştürülebilir karton kolonları görebilirsiniz. Geri dönüştürülebilir malzemeler kullanarak az maliyetli ama bir o kadar da dayanıklı mimariyi hedefleyen Ban, doğal afet bölgelerindeki faaliyetleriyle de tanınmaktadır. Hatta ‘99 depreminden sonra kendisi, sıkıştırılmış kağıt ve kartondan evler yapmak için ülkemize gelmiş ve depremzedelere yardımcı olmuştur. Jean de Gestines ise aslında Sorbonne Üniversitesi Tarih ve Ekonomi mezunudur. Daha sonra sinemaya olan ilgisini derinleştirmek için Ecole Nationale Supérieure des Beaux Arts’a kaydolan Gestines, buradan mimarlık diplomasıyla mezun olmuştur. İlk yıllarında Frank Gehry’nin Santa Monica’daki ofisinde çalışma imkanı bulan mimar, kariyerinin ileriki yıllarında pek çok önemli projeye imzasını atmıştır.[1]

Biri Tokyo’da diğeri Casablanca’da aynı yılda doğan bu iki mimar, 2000’lerden itibaren çeşitli projelerde bir araya geleceklerdir. Tintoret sergisine ev sahipliği yapan Lüksemburg Müzesi, bu projelerden biri olma özelliğini taşıyor. Modernist dokunuşun tarihi yapısından bir şey kaybettirmediği bu binada Rönesans Venedik’ine doğru yol alıyoruz…

Tintoret: Bir Dehanın Doğuşu…

Jacopo Robusti, 16.yy İtalyası’nın yetiştirdiği önemli ressamlardan biridir.  Bu noktada Robusti’nin Venedikli olduğunun altını çizmek gerekir, çünkü Venedik 16.yy İtalya’sında ayrı bir yere sahiptir. Kuruluşundan bu yana antik Roma mirası taşıyan diğer İtalyan şehirlerinden ayrılan Venedik, İtalyan Rönesans Sanatının klasik normlarından da zaman zaman farklılık göstermiştir. Venedikli ressamlardan Titien’in adını duymuşsunuzdur belki, peki ya Robusti?  Bir ipucu daha verelim, Tintoret adını duydunuz mu?  Jacopo Robusti, sanatını ilerletmeye başladığı dönemlerde adını duyurmak için akılda kalıcı ve tarzını yansıtacak başka bir isim aramaya başlar. Babası Battista Robusti kumaş boyacılığı işinde çalışmaktadır, bu endüstriye renklendirme de diyebiliriz, çünkü kelimenin kökeni tintorìa, İtalyancada daha ziyade renklendirme anlamına gelmektedir. Fransızcaya bu kelime teinturier olarak geçmiştir, teinter (boyamak, renklendirmek) kelimesinden türemiştir. Gerek babasının mesleği, gerekse kendi resim sanatında renk kullanımına verdiği önemden dolayı Robusti, kendisine Tintoretto adını verir. Bu isim Fransızca diline Tintoret olarak geçmiştir.

Sanatçının eserlerini ziyaretçiyle buluşturan “Tintoret, Bir Dehanın Doğuşu” sergisinin yer aldığı alan, yedi bölümden oluşuyor. Mimari plan olarak kısaca büyük bir dikdörtgenin yanına uzun ince bir dikdörtgen düşünün. Uzun ince olan giriş, ilk bölümü oluşturuyor, böylelikle serginin geri kalan kısmında alanı altı eşit parçaya bölmek kolaylaşıyor. İşin mimari kısmından kısaca bahsettikten sonra serginin içeriğine geçebiliriz. Girişte direkt olarak sanatçıyla ilgili bilgi almak yerine sanatçının yaşadığı dönemdeki Venedik bir haritayla gözlerimizin önüne seriliyor, zaten seçilen başlık oldukça aşikar: Tintoret’nin Venedik’i. Devamında meşhur otoportresiyle Tintoret, sanki biz ziyaretçileri karşılıyor. İlginçtir, sergide sanatçının kişiliği veya kendi hayatıyla ilgili en ufak bilgi verilmiyor, serginin odak noktası Tintoret’nin yaratım süreci. Serginin genelinde açık sarı, açık yeşil gibi pastel tonlar tercih edilmiş ki sanatçının eserleri asıl önemli özellikleriyle ortaya çıkabilsin: Renk kullanımı.

Sergi yedi ana bölümden oluşuyor, bunlar sırasıyla: “Prendre son Vol / Yükseliş”, “Orner les Salons / Salonları Süslemek”, “Capter le Regard / Bakışı Yakalamak”, “Partager l’Atelier / Atölye Paylaşmak”, “Mettre en Scène / Sahneye Koymak”, “Observer la Sculpture / Heykeli İncelemek” ve son olarak “Peindre la Femme / Kadını Resmetmek.” Birinci kısımda, “Prendre son Vol” aslında yükseliş veya uçmak anlamında kullanılan bir deyim, ancak burada Tintoret’nin, adını duyurmaya başlaması, kendinden söz ettirmesi anlamında kullanılmış. Bu bölümde gördüğümüz tablolar Tintoret adına konuşuyorlar. Tablolarda muazzam bir modern dokunuş, renklerin canlı kullanımı göze çarpıyor. Rönesans dönemi tablolarını göz önüne aldığımızda Tintoret’nin eserlerinde fırça darbelerinin görünürlüğü dikkat çekiyor. Bu detay, kendi döneminde tablolarının neden pek ciddiye alınmadığı ve polemik yarattığını açıklar nitelikte. Titien’in yakın arkadaşı ve önemli bir yazar olan L’Arétin, 1548’de Tintoret’ye yazdığı bir mektupta bugün benim modernist diye adlandırdığım fırça dokunuşlarını “Tolore edilemeyecek bir ilgisizlik ve komposizyonu baştan savma yapan hızlı fırça darbeleri”[2] diye tanımlar. Belirli bir resim anlayışının oturduğu bir dönemde böylesine yorumlar alıyorsanız belli ki bir şeyi doğru yapıyorsunuz; çünkü değişim sancılarla gelir!

Serginin ikinci kısmı, salonları süsleyen resimleri konu alıyor. Venedik’te o dönem ne yönetimde olan bir aile, ne kraliyet mensupları ne de başka bir otorite vardı. Atmosfer Floransa’dan oldukça farklıydı. Dolayısıyla kraliyet mensuplarının ısmarladığı tablolar yerine dekoratif tablolar tercih ediliyordu ve Tintoret dekoratif tablolar konusunda aranan isim olmaya başlamıştı.[3] Bu tablolarda ışık kullanımı oldukça etkileyici, gölge-ışık ile renk kullanımı en küçük boyutlu tablolara bile ilgiyle bakmamızı sağlıyor. Oldukça klasikleşmiş dini veya mitolojik konuların bu denli canlılıkla işlenmesi onları etkileyici kılıyor. Hatta tablolardan birinde (Deucalion et, Pyrrha priant devant la statue de la désse Thémis, 1541-1542), sol figürde adeta Picasso’nun yeni form arayışlarını görüyor gibiyim dersem abartmış olur muyum? Öyle ya da böyle Tintoret’de muazzam bir modernist hava olduğunu söylemek için eserlerine yapıldığı dönemden bakmaya çalışmak kafi.

Üçüncü kısımda Tintoret’nin portreci yönüyle karşılaşıyoruz. O dönemlerde portreler adeta fotoğraf çektirmek gibiydi ve çoğu insan portre yaptırmayı tercih ediyordu. Sanatçılar kendi portrelerinin yanı sıra soyluların veyahut çevresindeki yakınlarının portrelerini yapıyorlardı. Tintoret’de öne çıkarılan unsur ise bakış. Müze küratörünün dediği üzere Tintoret adeta “ruhun radyografisini çekiyordu.”[4] Zaten bu bölüme verilen isim ise “Capter le Regard” yani “Bakışı Yakalamak.” Adeta Carravagio’yu öngörmüşçesine arka planı karanlık tutup yüzleri ve bakışları ön plana taşıyan Tintoret, portrede derinlik yaratmayı hedefliyordu.  Sanatçının tüm bu yeni atılımları, Titien’in etkilerine gölge düşürdüğünden genç ressam, dönemin ileri gelen isimleri tarafından pek çok düşman edinmişti bile.

Serginin dördüncü kısmı oldukça ilginç. “Partager l’Atelier / Atölye Paylaşmak” adını verdikleri bu kısım, Tintoret dışında bir ressama odaklanıyor. Tintoret ile neredeyse aynı çizgileri taşıyan Bergamalı Giovanni Galizzi’nin eserleriyle karşılaşıyoruz. Zamanında sanat tarihçilerinin kafasını oldukça karıştıran bu stil benzerliği bana Rembrandt vakasını hatırlatıyor. Rembrandt’ın stüdyosu pek çok öğrenciye rembranesque stilini aşılamış hatta Rembrant, öğrencileriyle ortak çalışmalar yapmıştır ve sanat tarihçileri hala bazı tabloların Rembrandt’a mı yoksa yetiştirdiği öğrencilere mi ait olduğuna karar veremezler. Resimlerin çoğunda imza bulunmaması veya imzaların bazılarının eserin yapılış tarihinden sonra atıldığının restorasyonlarda ortaya çıkması bu kafa karışıklığını tetiklemektedir. Giovanni Galizzi vakası bana bu durumu hatırlattı, ancak bir fark var ki Giovanni, Tintoret’nin öğrencisi değildir, tam tersine Tintoret’den yaşça büyüktür. Ancak bir dönem iki sanatçının, Bonifacio de Pitati’nin atölyesinde çalıştığı bilinmektedir. Galizzi imzalı tablolar ile Tintoret’nin tablolarının muazzam benzerliği şaşırtıcı. Bu da bize şunu hatırlatıyor ki sanat tarihinde öğrenecek ve keşfedilecek alanlar asla bitmiyor, bu da bu disiplini ilginç ve dinamik kılan özelliklerden biri benim için.

Serginin ilerleyen kısmında Tintoret’nin tiyatro ile olan ilişkisi, tasarladığı dekor amaçlı tablolar aracılığıyla ziyaretçiye sunuluyor. Daha sonrasında sanatçının, heykellerin üç boyutluluğu üzerinden yaptığı çizim çalışmalarını inceliyoruz. Bu altıncı bölüm aslında 16.yy Venedik’ine ışık tutuyor. O dönemde dessin, yani çizim çalışmalarına bu denli ağırlık vermek başlı başına yeni bir bakış açısıydı. Rönesans döneminin Venedikli sanatçıları için esas olan, renk kullanımıydı ve pek çok sanatçı ön çizim olmaksızın renklerle esere başlamayı ustalık sayıyordu. Ancak bu demek değil ki çizimin önemi göz ardı ediliyordu. Tintoret de tıpkı Giovanni Bellini veya Carpaccio gibi çizim etütlerine oldukça önem veriyordu ve bunu yaparken heykellerden yararlanıyordu.[5] Sergide bu konuya değinilmemiş ancak İtalyan Rönesansına aşina olan gözlerin fark edeceği bir nokta da perspektif olacaktır. 15.yy’dan itibaren İtalyan sanatı, perspektifi esas almaya başlar ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Venedik bir kez daha farklı bir yol izleyerek perspektif yerine ışık oyunlarıyla öznelleştirilmiş efektleri tercih etmektedir.[6]  Buna rağmen Tintoret, perspektif olgusunu terk etmeyerek Titien’in öncü olduğu sanatın normalarına bir kere daha karşı gelecektir. Bu olguyu tablolara bakarak görmek mümkün. Tintoret, tablolarında kompozisyonunu daha dinamik hale getirmek ve derinleştirmek için perspektiften oldukça yararlanmıştır.

Serginin son bölümü günümüze değin uzanan birtakım sorunsallara değiniyor aslında: “Peindre la Femme”, yani “Kadını Resmetmek.” Kadın, bir kez daha yaratıcı değil ilham olarak karşımıza çıkıyor. Ünü iyice artan Tintoret daha çok sipariş almaktadır. Stil olarak Titien’e kafa tutan genç sanatçı bu sefer Titien’in kadın figürü tablolarına adeta rakip niteliğinde tablolar üretmeye başlar. Gerek mitolojik gerek dini hikayeleri konu alan bu tabloların ana figürü kadın anatomisidir. Bu tablolara bakarken ironinin kokusunu aldım adeta, fakat bu ironi tablolarda değil durumun kendisindeydi. Duvardaki yazıyı bir kere daha okudum “…Kadınlar, Tintoret’nin bu dönemdeki eserlerinde esas rolü oynamaktadır…” Esas rol? Tablolara bir kere daha baktım, hatta Titien’nin o dönemki kadını resmettiği tablolar da aklımdan geçti: Cinsel istismara uğrayan kadın, hizmet eden kadın, köle kadın, düşük kadın… Zaten kadın ya el değmemiş Meryem’dir, ulvidir ya da annedir.  Bunlardan hiçbiri değilse cinsel objedir. İyi de kadın bunun neresinde? Aslında eserlerin esas objesi kadının kendisi değil ona biçilmiş roller. Kalıplara sıkıştırılmış sıfatlardan ibaret. 16.yy’da belki bunlar hiç sorgulanmıyordu bile ama yıl olmuş 2018… Peki söyleyin bana, ne değişti? Daha çok konuşur olduk belki bu konuları ancak hala kadın ikinci planda kalmaya devam ediyor. Sanatta ise kadın, eril meslektaşları tarafından tabloların içerisinde resmediliyor, ancak tablonun dışarısında yok. Kadın sanatçı, elinde fırçasıyla tarih tarafından unutulmayı beklemekte…

Tintoret, kendi döneminde pek çok açıdan farklılık ve yenilik arayışıyla ön plana çıkıyor. Aslında génie, yani dehası, Titien figürü üzerinden kalıplaşmış Venedik resminin normalarından çıkmaya çalışmasıdır. Zamanında pek çok negatif tepkiyi üzerinde toplayan genç Tintoret’nin anlaşılması ve hedeflediği değeri görmesi biraz zaman almıştır. Gayet derli toplu bir sergi olmasına karşın “Tintoret: Bir Dehanın Doğuşu”, ne yazık ki konu alınan ressama beklediğim kadar ışık tutmadı. Serginin bölümleri gayet anlaşılır ve iyi seçilmiş olsa da sanki sanatçı biraz eksik bırakılmıştı. Aslında esas alınan konu sanatçı yerine onun yaratım süreci, ancak bu süreci iyi anlayabilmek için sanatçıyı tanımak gerek ve sergi bu konuda yetersiz kalıyor. Tintoret hakkında ön bilgi sahibi olmaksızın sergiyi gezerseniz istediğiniz tadı alamayabilirsiniz. Bilgi derinliği olmaksızın sergi, bir filmin fragmanıymışçasına bir tat veriyor. Kısa, yormayan, keyif veren bir sergi ancak filmin bütününü merak ediyorsunuz. Lüksemburg Müzesi, binasının formu gereği daha derli toplu ve küçük sergilere ev sahipliği yapıyor, ancak istenildiği zaman küçük ama çok daha kapsamlı ve etkileyici sergileri bünyesinde ağırlayabiliyor. Sonuç olarak, sergi üzerine detaylı açıklamalar içeren kataloglarla ancak istediğim tada ulaşabildim ve merakımı giderebildim.

Kısacası bu sergide konuşan aslında tablolar, tabloları derinlikle incelediğinizde Tintoret’nin tarzında 16.yy Venedik’inden farklı bir tat olduğunun farkına varacaksınız, bu açıdan bakıldığında sergi görülmeye değer. Temmuz başına kadar Lüksemburg Müzesi’nde sergiyi gezebilirsiniz. Çıkışında da Angelina’ya uğrayabilirsiniz. Angelina, Paris’in önde gelen pastanelerindendir ve bir şubesi de Lüksemburg Müzesi’yle ortak çalışıyor. Her açılan sergiyle beraber o sergiye özel tatlılar üretiyorlar ve bu sergi için özel yapılmış Vénitien (Venedikli) tatlısını deneyebilir, deneyiminize gurmelik katabilirsiniz.

Sera İçinde Sergi Alanı: Orangerie

Yazımı bitirmeden önce kısaca bir başka sergiye daha değinmek istiyorum. Tintoret sergisinden çıkıp yürümeye başladım ki Orangerie’nin önünden geçerken içerdeki tablolar dikkatimi çekti.  Orangerie, Lüksemburg Bahçesi’nin içerisinde, müzenin hemen yanındaki bir sera alanıdır. Bu sera alanının içerisi boşaltılmış ve açık sergi mekanına dönüştürülmüştür. Kapsamlı sergiler yerine daha çok açık müzayede tarzında veya bilgilendirme tarzında minik sergilere ev sahipliği yapıyor. Bu sergiler genelde devlet destekli, tamamen halka açık ve ücretsiz oluyor. Sergilenen eserler aynı zamanda satılıyor. Ancak genelde ne sanatçıyla ilgili ne de eserle ilgili pek fazla bilgi olmadığı gibi haliyle katalog da olmuyor. Kapıdaki afişe bile bakmadan içeri girdim. Orta alandaki tablolar ve onun sağındaki tablo ve heykeller çok dikkatimi çekti. Oldukça modernist bir o kadar soyut tabloların bazılarını alabilsem keşke dedim.

Üç farklı kolektif sergileniyor Orangerie’de. Sol taraf, “Les 6 éléments / 6 element” adı altında Gilberte Duroc (heykeltraş), Belloise (ressam), Chantal Hemery (heykeltraş), Fr.Boistron (ressam), Raphael Marcz (heykeltraş) ve Pypaul’ün (ressam) eserlerini bir araya topluyor. Kişisel olarak bu bölümü çok ilginç bulmadım ama meraklıları için güzel eserler sunuyor. Asıl orta kısım ve sağ kısımda sergilenen bölümler çok ilgimi çekti. Orta alanda Myriam de Lafforest’in heykelleri ve Séverine Loisel’in resimleri sergileniyordu. İki sanatçının da eserleri enteresan, özellikle Loisel’in tablolarındaki soyut kompozisyonlar görülmeye değer. Sağ tarafta ise Guillaume Lancelin’in tablo ve heykelleri sergileniyor. Lancelin, içeri girmeme neden olan isim oldu diyebilirim çünkü eserleri; renkleriyle, şekilleriyle, bazen heykelle tabloyu bir arada buluşturan karışık teknikleriyle sanki beni çağırmıştı. Gönül isterdi ki bir Lancelin bir de Loisel eseriyle ayrılabilseydim oradan. Lüksemburg Bahçesi’ne yolunuz düşerse müzeden sonra Orangerie’ye de şöyle bir uğramadan geçmeyin derim. Sonra alın elinize kitabınızı, oturun bir banka ve kuş sesleri eşliğinde satırların tadını çıkarın!

Defne Tozkoparan

Paris 1 Panthéon Sorbonne

UFR03 Histoire de l’Art & Archéologie

Kaynakça:

[1] http://www.jdg-architectes.com/

[2] CASSEGRAIN Guillaume, Tintoret :  naissance d’un génie, Découvertes Gallimard, RMN – Grand Palais, carnet d’exposition, 2018.

[3] Tintoret, naissance d’un génie, Musée du Luxembourg du 7 mars au 1er juillet 2018, livret/guide de l’exposition (sergi kitapçığı), deuxième partie “Orner les salons”, commissaire générale : Roland Krischel.

[4] Tintoret, naissance d’un génie, Troisième partie, “Capter le regard”, explication de l’exposition dans le livret de l’exposition, Cécile Maisonneuve et Véronique Dolfus.

[5] CASSEGRAIN Guillaume, Tintoret :  naissance d’un génie, chapitre “Dessiner et Peindre”, Découvertes Gallimard, RMN – Grand Palais, carnet d’exposition, 2018.

[6] CASSEGRAIN Guillaume, Tintoret :  naissance d’un génie, chapitre “Perspective et Dramaturgie”, Découvertes Gallimard, RMN – Grand Palais, carnet d’exposition, 2018.

Sergiler Hakkında:

“Tintoret, Naissance d’un Génie / Tintoret, Bir Dehanın Doğuşu”,

Lüksemburg Müzesi

7 Mart – 1 Temmuz 2018

Genel Küratör: Roland Krischel (Köln’deki Wallraf-Richartz Museum & Fondation Corboud’da Ortaçağ Resimlerinden sorumlu konservatör)

Paris’teki serginin Küratörleri  Cécile Maisonneuve (RMN-Grand Palais bilimsel danışmanı)

Senografi : Véronique Dolfus

Grafik: Claire Boitel, Atelier JBL

Işıklandırma: Sarah Scouarnec

Bu sergi RMN-Grand Palais ile Wallraf-Richartz Museum işbirliği çerçevesinde düzenlenmiştir.

Daha fazla bilgi için: Tintoret, Bir Dehanın Doğuşu 

 

“Les 6 éléments / 6 Element: Gilbert Duroc, Raphael Marcz, Bellostine, Chantal Hemery, Fr.Boisdron, Pypaul”

“Guillaume Lancelin”

“Myriam de LAFFOREST & Séverine LOISEL”

L’Orangerie du Sénat

Jardin du Luxembourg 19 bis rue de Vaugirard

1 – 12 temmuz 2018

Daha fazla bilgi için: L’Orangerie du Sénat

 

Paylaş